Doğan Yarıcı'yla Hodan Üzerine EK dergi / Onur Köybaşı / 11/12/2019 İlk kitabından itibaren kendine özgü bir buluşu olan, derdini iyi anlatan, titiz bir dilin verdiği güzellikle imgeleri ustalıkla kullanan hatta bunu yer yer şiirsel bir anlatımla koluna takıp gezdiren İyi bir anlatıcıdır Doğan Yarıcı. Yakın zamanda Yapı Kredi Yayınları etiketiyle yeni kitabı Hodan – Terk Edilmiş Sofralar 1 raflarda yerini aldı. Bu güzel sebeple Doğan Yarıcı’yla minik bir sohbet gerçekleştirdik. Sizinle ilk kez İstanbul Art News’in İan Edebiyat ekinde yazmış olduğunuz nefis yazılarla tanışmıştım. Özellikle bir mandaldan yola çıkarak yazmış olduğunuz yazı hâlâ aklımda. Nasıl başladı yazma serüveniniz? Kendimi bildim bileli yazıyorum, nedenini bilmiyorum. Yazmayı da sevmiyorum, bunun nedenini artık aramıyorum. Böyle böyle, itiş kakış buraya kadar geldik. İlkokulda ilk “öykümü” okusun diye öğretmenime verdiğimi anımsıyorum, sınıftaki ikiz kardeşlerden yola çıkarak yazdığım bir metindi. Bendeki yazıya yöneliş, el yordamıyla kendiliğinden olsa gerek diye düşünüyorum. Kimse “ben yazar olacağım” diye kariyer planı yapmıyordur herhalde. Yoksa neden böyle eziyetli ve boş işlere yönelelim ki. Hulki Aktunç’un Argo Sözlüğü’nden sonra Türkçe Aykırı Sözler Derleme Sözlüğü müthiş bir projeydi bana kalırsa. Nasıl gelişti bu fikir? Meraktan. Küçük yaştan beri çevremde duyduğum ve sözlüklerde karşılığını bulamadığım pek çok deyim, atasözü ve söz kalıplarını bir kenara not ettim. Defterler çoğaldı. Cut! Aradan zaman geçti, seksenli yıllarda, 19 yaşımda Hulki abiyle tanışıp yanında çalışmaya başladığımda gördüm ki, haldır huldur Argo sözlüğünün ilk baskısına hazırlanıyor. Belki işine yarar diye ezile büküle defterlerimi gösterdim. Çok heyecanlandı. Bunlar argo değil, hepsini daktiloya çek, disipline et ve bir gün mutlaka kitap bütünlüğüne getir diye salık verdi. Bir sözlük ciddiyetinde değil, dilbilimci ya da sözlükçü değilim çünkü her maddeye kendi üslubumda yorumlar yazarak ilerledim. Hulki abi arada yoklardı, boşluyor muyum diye. Bu böyle yıllarca sürdü, ömrünün sonuna dek her pazartesi bir şekilde yeni sözler yolladım ona, önceleri faksla, sonra e-postayla. O da, kimi Argo sözlüğünün yeni baskısına girecek avladığı yeni sözcükler, kavram dizincikleri gönderirdi karşılık olarak. Eğlenirdik. Cumaları da şiir günüydü. Her cuma iş yoğunluğuna rağmen mutlaka şiir yazar, elinde daktilodan çıkmış kâğıt gelir yazarların oturduğu odanın kapısında dikilir, hınzırca güler, “çaylaarrr!” gibi ünleyerek “şiirleerrr!” derdi. (Biliyorsun, şiirlerini çok sonra kitaplaştırdı.) Ben onun işyerinden ayrıldıktan sonra da, bu genç ve toy yazarı küçümsemez, her cuma yazdığı şiiri e-postayla yollar ya da arar telefonda okurdu. Çok özlüyorum o günlerimizi. Şiir desem, şiirle aranızdaki bağı merak ediyorum. Kimleri okursunuz mesela? Şiir deyince şöyle bir toparlanırım. Toparlanmalı. Şairlik büyük mertebedir. Şiir yazmışlığım var ama ben asla şair değilim, o somut/soyut bir yaşam biçimi de aynı zamanda. Okur olarak bulaşmadığım neredeyse yok, okuyup peşine düşmediğim de çok. Bilmediğim de vardır epey, şiire kolay ulaşılmaz. Şiir kitabına verilen paraya da acınmaz. Arada kalmış metinler de var, şiir demeye korkulan. Onlara da açlığım var. Nereye konacağı (her iki anlamda da) bilinmeyen metinler her zaman ilgimi çeker. Şiir çok fena çizgi, keskin bıçak sırtı olmuş türler arasında. Gece Kelebekleri ilk basıldığında Seyhan Erözçelik elimden kapıp bir çabuk okumuş ve bunlar şiir, niye “yeni yazı” sıfatıyla basıldı, diye bana kızıp söylenmişti. Hâlâ şaşırırım tepkisine. Oysa ben onları küçürek öykü diye yazmıştım, yoksa yazdıktan sonra mı öyle sanmıştım? Yok ya, yüzlerceydi, dosyayı Necati (Tosuner) abiye göndermiştim hatta azalt bunları demişti o da, ele dörtte üçünü, az sözün ağırlığını alsın. Herhalde, o tarihte YKY’de editör olan Cem Akaş da, bunlar bir şey ama tam olarak bir şey değil, diye düşünmüş olmalı ki, kitabı “yeni yazı” adını verdikleri diziden basmıştı. İlhan Durusel’le, tee o zamanlarda aynı dizide oynamışız, şu işe bak! Yeni kitabınız raflarda yakın zamanda yerini aldı. Terk Edilmiş Sofralar üçlemesinin ilki olan Hodan nasıl bir kitap? Önceki kitaplarınızla benzer ya da Hodan’ı onlardan farklı kılan nedir? Söylenecek çok şey var da, bunu söylemek bana düşmez. Fakat bakıyorum, değinecek, saptayacak, sağlama yapacak da kalmadı Ahmet abi. Tartışacak sağlıklı bir “zemin” ya da “merci” de. Ataç, Naci, Fuat artık yok. Elde avuçta olanları da harcadık. Semih Gümüş,’ü, Ömer Türkeş’i, Eray Ak’ı kırdık küstürdük. Dağılmış pazar yerlerine benziyor memleket. Sıkı çoğunluklar, saf tutanlar. Öyle acayip bir zaman. O zaman, çalışsın zaman. Salıyoruz çayıra. Yolunu bulur. Bir apartman hayal edelim komşularınız edebiyat dünyasından kimler olsun isterdiniz. (Hayatta olan ya da olmayan) Benimkilere apartman olmazdı, yakışmazdı. İllâ olsun dersek, Anadolu yakasının ilk apartman semti Yeldeğirmeni’ndeki ilk apartman Valpreda (İtalyan) Apartımanı diyeceğim, hani Haydarpaşa garının yapımında çalışan mimar, mühendis ve işçilerin bir arada yaşadığı, rivayet odur ki Levi Kehribarcı’nın garın artan taşlarından inşa ettiği. Şimdi ne durumda bilmiyorum ama biz taşındıktan kısa süre sonra zaten gelir, cânım binayı yıkarlardı. Devlet kapıya dayanmadan önce de üst kat, yan daire, bodrum, çatı, kapıcı dairesi, bütün komşular arasında büyük tartışmalar çıkardı. Haliyle bir apartman yöneticisi de olmazdı. Ne de güzel olurdu. Yazmak olmasaydı hayattaki meselenizi neyle anlatırdınız? Yazmak, hayattaki meselemi anlatmak için mi, bilmiyorum açıkçası. Ara toplama baktığımda öyle olmadığını görüyorum. Bir mesele anlatma derdinden uzak, yazmanın dışında kendimce yaptığım başka üretimler de var. Onlar derman aradığım olabilir bak. Sizce teknoloji edebiyatı nasıl etkiliyor? İnsan yaşamını etkiliyor, elbette edebiyatı da etkileyecek. Fakat bana göre, kılık değiştirse de edebiyatın içi boşalmaz. Kıpkısa öykü türünün nasıl ortaya çıktığını anımsayalım. Olan insana olur, edebiyata bi’şeycikler olmaz. Son olarak yeni kitaptan sonra Doğan Yarıcı neler yapıyor? Aynı anda birkaç şey. Ve bu huyundan bir türlü vazgeçemiyor. |
||
|
Proust Anketi Parşömen Sanal Fanzin / 15/10/2019 Fransız yazar Marcel Proust, 13 yaşındayken bir hatıra defteri alıp içindeki İngilizce soruları cevaplayarak arkadaşı Antoinette Faure’a doğum günü armağanı olarak verir. Benzer bir anketi, 20 yaşındayken de cevaplar. Bu iki anket Proust öldükten birkaç yıl sonra yayımlanır, soruların çoğu zaten aynı olduğundan literatüre “Proust Anketi” olarak geçer.Sizi en çok üzecek olay. Sevdiğim birinin ölmesi. Nerede yaşamak isterdiniz? Öte dünyada. Yaşayabileceğiniz en mutlu an. Bu topraklarda barış içinde yaşamaya başlamak. Hangi hataları hoşgörüyle karşılayabilirsiniz? Hoş görebildiklerimi. En sevdiğiniz erkek karakter. Yaşar Özcan. En sevdiğiniz kadın karakter. Eşik Cini. Tarihteki favori kahramanlarınız. Barış ve haklar için öldürmeden mücadele edebilenler. Gerçek hayatta favori kadın kahramanınız. Melis Yarıcı. En sevdiğiniz ressam. Mehmet Koyunoğlu. En sevdiğiniz müzisyen. Stephan Micus Bir erkekte en beğendiğiniz özellik. Yok. Bir kadında en beğendiğiniz özellik. Çok. En sevdiğiniz erdem. Dürüstlük. Yapmaktan en mutlu olduğunuz iş. Atölyede takılmak. Kimin yerinde olmak isterdiniz? Kedimiz Bal'ın. Arkadaşlarınızda hangi özellikler olmasını istersiniz? O iş kendiliğinden olur. Kendinizde gördüğünüz en temel eksiklik. Temel çürük. En sevdiğiniz renk. Beyaz. En sevdiğiniz çiçek. Arıların konduğu. En sevdiğiniz kuş. En sevdiğiniz çiçek. Arıların konduğu. En sevdiğiniz yazar. Bu konuda tekçi olamadım, tektekçi de. Bir dolu yazarım var. Alfabetik olarak üst sıradaki ad: Hulki Aktunç.. En sevdiğiniz şair. Alfabetik olmadan üst sıradaki ad: Metin Eloğlu. Tarihte en sevmediğiniz karakter. Apartman yöneticileri dahil, bütün faşist liderler. Stalin hariç değil. En çok isteyeceğiniz özellik. Uçmak. Nasıl ölmek istersiniz? Kuytuda. Hayattaki sloganınız. Mutlak özgürlük. Şu anki ruh haliniz. Keşişleme.
|
|
Okumak, araştırmak, izlemek, düşlemek, tasarlamak, kurgulamak, fikri ya da metni kafamın içinde evirip çevirmek benim için en keyifli zamanlar. Yazmaksa ıstırap, azap, büyük kâbus.
Fotoğraf: Melis Yarıcı
Yazmaya durmak iyi de, yazmaya oturmak hâlâ binbir takla. Kendini her şeyinle hazır duyumsadığında masaya buyurmak ve oradan yenilmeden kalkmak. Her zaman olmuyor fakat. Masa hâlâ sınav.
|
Yazarların günlük ritüelleri İpekli Mendil 17/04/2017 Yazıyla geçen bir gününüz nasıl geçer? Nasıl programlarsınız? Hayatımı fikir bularak, problem çözerek, sonuçta “yazarak” kazanıyorum. Benden çok daha zor şartlarda üretmiş ve üreten insanlar var, yakınmam yakışık almaz ama en büyük dileğim bir gün gelip de sabahtan akşama, aylarca, hiç bölünmeden, geçinmek için başka “işler” yapmak zorunda kalmadan, zamanımın bütününü okumak ve yazmak için kullanmak. Yazmak için yaşamak isterdim, salt kendim için yazmaya çalışmak. Okumak, araştırmak, izlemek, düşlemek, tasarlamak, kurgulamak, fikri ya da metni kafamın içinde evirip çevirmek benim için en keyifli zamanlar. Yazmaksa ıstırap, azap, büyük kâbus. Yaşama kafa tuttuğum ve ona ucundan tutunduğumu sandığım bir ara zaman. Yaptığıma hiç pişman olmadığım, sonuç bana karşın iyiyse sonrasında kendimi iyi duyumsadığım. Çalışırken olmazsa olmaz ritüelleriniz var mı? Varsa nelerdir? Yazıyla geçen kesintisiz bir, dahası birkaç günüm olabiliyorsa, vay bana vaylar sana! Çalkantılı zaman. Çalıntıdır bu zaman… Eşinizden çocuğunuzdan, dostlarınızdan, iş arkadaşlarınızdan, gündelik yaşamdan. Hayat hariç geriye kalan herkes çok anlayışlı, sağ olsunlar. Eşim ve oğlumuz “yazı sponsorlarım” diyebilirim, bana o zamanı karşılıksız armağan ediyorlar, olmadı yaratıyorlar. Onlar sorun etmese de, sevdiğin insanları böylesi bir tutku uğruna ihmal etmek üzücü. Boş işler. Şu geçici gördüğümüz hayatsa çok daha kalıcı belki. Acımasız da, belli. Bana ne oluyorsa, çözebilmiş değilim, toplumsal bir gelişme, şu ülke gündemi, az gittiğim uz gidemediğim yazı yolumla hiçbir ilişkisi yokken hem de, bir anda kırıyor kalemimi. Yazıya otursam da bir türlü olmuyor, kaçamıyorum şu yaşadıklarımızdan, ne yaparsam yapayım kayıtsız kalamıyorum. Yazar elbette çağına tanıklık etmek zorunda, bunu o gün yazıya dökmek zorunda değil ama. Günü gelmeden günü yazamadığım için de bu döngüyü verime çeviremiyorum. Gün gelecek bugünün karşılığını elbet misliyle vereceğimdir. Hep böyle oldu bana, böyle de olmak durumunda. O son günün günü gelemeyecek elbette ki. Çıkmaz bu. Az uykuyla yetinebiliyorum, uykusuz da yaşayabiliyorum. En verimli saatler gece ve sabaha karşı. Yorgunluk, kendini hırpalama, zorlayıp tüketme ve varsa sonuç. Uykudan uyandığımdaysa aymalar, şaşmalar. Diyelim, üç günlük kesintisiz bir çalışma fırsatı bulmuşum, o zaman gece gündüz birbirine karışıyor, araya giren kısa ve olabiliyorsa kaliteli uykunun üzerine âdeta ve âdi süratli yürümek iyi geliyor. Yürürken düşünme, tartma, hava değişikliği, adrenalin gibi bünyeye yararlı falan filan şeyler oluyor. Su hep masada, çay ve kahve molalarda. Yazmanın ağırlığını hafifletmek için yaptıklarıma ritüel diyebiliriz belki. (Yazmaya direnmek için ürettiğimiz bahanelerin toplamı ayrı bir zaman dilimi.) İşyerinde kendime yazmam uygun değil, yapamam. Birkaç yıl önce evde yine elverişli bir çalışma odam oldu, Evreşe yolları dar, pek de güzel oldu çok da güzel oldu. Öncesinde sağda solda sürterdim, el ayak çekilince çalışırdım. Hâlâ bazı zamanlar odamdan uzaklaşıyorum, gider sığınağımda kapanırım, sözcükler ve talaş birbirine karışır. Şimdi bakıyorum da, ben masada yazabiliyorum. Bir roman yazmak için masa yapmışlığım var, neyse ki ikisi de bitti ve ayaktalar. Kitapların çoğunu da masada okuyabiliyorum. Tünediğim, yayıldığım, hatta uyukladığım, üzerinde uzun saatler yaşadığım koltuğumun benden neler çektiğini varsın kendi anlatsın. Yazmaya durmak iyi de, yazmaya oturmak hâlâ binbir takla. Kendini her şeyinle hazır duyumsadığında masaya buyurmak ve oradan yenilmeden kalkmak. Her zaman olmuyor fakat. Masa hâlâ sınav. Müzik dinleyerek çalışabilir misiniz? En çok ne dinlersiniz? Müziksiz asla olmaz! Hem bilgisayarımda hem de Spotify’da “yaz-oku” dosyalarım var, orada yıllar içinde bir araya getirdiğim, tekrara düşmeden günlerce dinleyebileceğim sayıda müziğim var. Uygun bir parça yakalarsam, hemen bu listeye eklenir. Konuya, metne göre değişebiliyorlar. Caz, world, deneysel ve klasik müzik başta, odaklanmamı engellemeyecek, genellikle sözsüz ancak derin sesli, hemen her türden derlediğim parçalar bunlar. Fakat ne bilinç üstüne çıkacaklar ne de altına sızacaklar. Bu konuda tek ayrıcalıklı adamım Stephan Micus. Ona her şey serbest, kendisine pek çok metin, birçok kitap borçluyum. Bildim bileli yoldaşımdır, mayıs ayında İstanbul’da konseri var, canlı olarak ve başkalarıyla birlikte ilk kez dinleyeceğim. Çalışmaya kâğıt kalemle mi başlarsınız yoksa bilgisayarda mı yazıyorsunuz? Kâğıt ve kalemsiz hiç olmaz! Samanlı kâğıt olacak, defter de öyle. İnce uçlu kalem. Önceleri (lacivert değil!) koyu mavi renk mürekkepli dolmakalemle ve matbaadan kestirdiğim en az 90 gramlık (Meteksan) dönüşümlü sarı kâğıt olmazsa olmazımdı. Aman da ne önemliydi! Oysa epey zamandır en ucuzundan Pilot V-5‘le yazabiliyorum, gökyüzü renginde olanıyla zaman içinde “ahbap” olduk, işinin hakkını veren şahsiyetli bir yol arkadaşıdır. Son gözdelerimse mor mürekkepli, iğne uçlu Uniball Signo 0.7 ve Stabilo Bl@ck Fine. Elbette dolmakalemin yeri bambaşka, Sheaffer. Kâğıt hâlâ samanlı olacak, başka türlüsü mümkün değil. Şimdi bunların (takıntıların?) hepsi bir kenara, yaş ilerledikçe gördüm ki azizim, yazmak için nitel istekler ve bahaneler azalıyor, niceller artıyor. (Filme çekilmiş 395 senaryosuyla Guinnes rekorlar kitabına giren Sefa Önal’a bir söyleşinde sormuşlardı, nasıl yazıyorsunuz? Yanıtı şuydu: “Kalemin ucuna pamuk sarıyorum, acıtmıyor.”) Yıllar içinde gelişen bir itkiyle zaten eksilterek yazıyorum. Buna karşın çalıştığım metni mutlaka azaltmaya çalışarak ve yine kâğıda kalemle temize çekiyorum. Metni bilgisayara (f klavye!) aktardıysam altın makas çalışır. Yazar yazdığından fazlasını silebilmelidir bana göre. Yani hep ekside. Bu kadar teknolojik gelişmede hâlâ Word programına mahkumuz ya, şaşıyorum! Yine de az gelişmiş nimetlerinden yararlanıyorum. Uzun anlatılarda örneğin, şu sözcüğü kaç kez kullanmışım, yakın düşmüşler mi, paragraf yapıları gibi kaygıları gidermek, onarımlar yapmak için işime yarıyor. Bilgisayarın olmadığı yıllarda daktilo kullanırken bu tür şeyler çok zaman alıyordu. Elbette daktilonun yeri bizim kuşakta başkadır, hürmetler. İlham gerçekte var mı? Varsa sizinki nasıl geliyor? Ben ona ilham demezdim, ne derdim onu da bilmiyorum. Bazen bir duygu, bazen bir fikir. Anlar, imler, imgelerle. Seslerde, eslerde, sessizlikte. Sezmekte ve görmekte. Enikonu koku ve korkular. Kimi zaman varlıktan, çoğu zaman yokluktan. Aramakla, kaybolmakla, yanılmakla. Bir fikrin iyi olup olmadığını nasıl anlarsınız? Dönüp dönüp okuduğunuz şairler yazarlar kimler? En sevdiğiniz öykü/öyküler/öykücüler hangisi? Çağdaşım Murat Yalçın‘ı, Faruk Duman‘ı, Faruk Ulay, Bora Abdo, Jale Sancak, Şule Gürbüz, İlhan Durusel, Necmi Zekâ, Seyhan Erözçelik, Murat Uyurkulak, Birgül Oğuz‘u (ve atladığım ya da henüz keşfedemediğim onlar “gibi“leri) pamuklara sararım. (O gibi’lerin her biri bam-başka gibi‘dir.) Şairler ve yazarlara yönetmenler de eklerim Béla Tarr, Víctor Erice, elbet Tarkovski. Kendi gibi olan, pek bir şeye değil hiçbir şeye benzemeyen, üstüne üstlük de acayip duran hiç ama hiçbir şeye kayıtsız kalamam. Şu an ne okuyorsunuz? Farklı türde kitapları eş zamanlı okuyorum. Çeşitli noktalara serpiştirilmiş kimi ağır aksak kimi hızında okunan kitaplar. Otobüs ve metro, başucu ve masa, hatta tuvalet. Her gün en az iki saat: Kitabını hazırlamakla yükümlü olduğum, çok sevdiğim bir edebiyatçının gün gün günlüklerini okuyorum. Ağır ağır, sindire sindire: Enis Batur’dan Yanık Divan. Emrah Yolcu’dan Karabakı. Ahmet Güntan’ın Tam O Sırada’sı. Necmi Zekâ’nın Nasıllar’ı. Yıldırım Arıcı’nın Ara’sı. Bakındığım: YKY’nin salı toplantıları kitabı Müzeler İçin Düş Bilançosu. Özyurdunda Yabancı Olmak, Demir Özlü-Ferit Edgü mektuplaşmaları. Elimden bir türlü bırakamadığım, kitaplığa koyamadığım: Sarkis Seropyan’ın çevirip derlediği Aşiq û Maşûq kitabı. Dilek Başak’ın temiz çevirisiyle Erlend Loe, Doppler. Karış karış karıştırdıklarım: Dimitrios Kalumenos’un Objektifinden 6/7 Eylül 1955 anlatı albümü, Fazlullah Hurûfî’nin Arşnâme’si, Osman Güldemir’den Kitabüt Tabbahin kitabı. Murat Yalçın’ın Pera Mera’sı ve Jale Sancak’ın Belki Yarın’ıysa ikinci tur okumada, hep yanımda. |
|
"Boyuyo! Boyuyo!" (Elbette sigarasını yakmadan.) |
Yazarken, okur hiç de umurumda değil açıkçası. Şenay Eroğlu Aksoy / Kitap-lık Genç yaşta öykü yazmaya başladınız, Kemik adlı dosyanız Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’nü aldı ve ilk kitabınız Evlâ Oğlak Yayınları ilk kitaplar serisinde yayımlandı. Evlâ'dan İs Odası’na gelene dek değişen ve aynı kalan nedir öykülerinizde? Aslına bakarsanız değişimin kendi gerçekliği dışına taşacak denli indirgemeci bir bakışla yorumlanarak kutsandığı bu günlerde, yıllar geçse de sizdeki “öz”ü işaret eden aynılıkları da merak ediyorum. Nedir öykülerinizde aynı kalanlar ve değişenler? İs Odası’ndaki öykülerin önemli bir bölümünde kahramanlar bir olayın ya da ânın peşinde koşarken, düz zamansal bir anlatımı tercih etmiyor, sıçramalarla tamamlanmayı bekleyen öyküler kuruyorsunuz. Eksilterek anlatmak sizin öykü dünyanız için kışkırtıcı bir olanak sanki. Bu, okuru metne çağırmanın bir yolu mu? “Us” adlı öykünüz şöyle:
|
|
|
Öykülerim okurun zekâsına emanet. Çağlayan Çevik / İstanbul Art News
Bir önceki öykü kitabınız “Gece Kelebekleri”nden bu yana tam on yıl geçmiş aradan. Bu arada romanlar yayımladınız. Öyküyle aranızı açan bir şey oldu mu? Açıkçası farkında bile değilim on yıl olduğunun. Tamamen tesadüf oldu bu durum. Arada romanlar yayımlanmış olsa da olabildiğimce öykü yazarı olarak adlandırırım kendimi. Şair veya romancı değilim, öykücüyüm ben. Aradan geçen on yıllık zaman zarfında hiçbir zaman kopmadım ben öyküden. Bir süre yazmaya ara verip hadi bakalım yazayım bir şeyler demiş değilim. Sürekli yazdım. Araya giren zamanı şöyle açıklamalıyım, çok zahmetli bir iştir benim için öykü yazmak. Öykü, bence romandan daha zor. Ufak ufak yazdıklarım vardı. Bu kitapta yer alan öykülerin bir kısmı yıllar önce yazılmış, birkaçı kimi dergilerde yayımlanmış öykülerdi. Demlenmesini beklemek gibi bir tutum mu bu? Yoksa başka titizlikler mi? Benim hassasiyetim mi demeli, yoksa takıntı mı bilemiyorum 'öykü kitabı’nın bir bütünlüğü olması gerektiğine inanıyorum. Bir roman taslağı gibi öykü kitabının da taslağını belirleyerek başlamak istiyorum. Öyküleri ona göre bir araya getiriyorum. Bir metafor olabilir bu, bir alt metin olabilir… Her ne kadar öyküler birbiriyle ilişkisiz olsa da, kitap içinde gizli bir bütünlüğü olan bir yapıda olsun güdüsüyle bir araya getiriyorum. Yine öyle olmasını istediğim için araya romanlar girdi. Sonra bitmiş ve birikmiş öykülerle, notlarını alıp artık bitirmek, yazmak, karara vardırmak istediğim öyküleri, zamanı gelip beni sıkıştıran öyküleri artık noktalamak istedim. İlk etapta bir bütünlük de yoktu. Sonra bunları toparlamak ve tamamlamak adına harekete geçtim. Yeni öyküler de eklenip, kitabın ikinci bölümü “Âli’yle Konuşmalar” da tamamlanınca bu kez sıralamayla uğraştım. Birkaç öykü ekleyip, birkaçını çıkardım. Bir türlü tamamlayamadıklarım oldu. Bu da on yıla yayılmış demek… Öykü uzun zamana yayılarak çalıştığım, uzun uzun beklettiğim için epey bir zaman alıyor bende. Tamamlayamadıklarım oldu, dediniz. İstemeden de olsa kenarda kalanlar oldu… Üzerinde çok çalışıp kitaba koyamadığım, çünkü gerçek anlamda 'karara varamadığım’ iki öykü oldu. Baştan beri söylediğim şeyi özetleyeyim, ben öyle kolay, hemen yazamıyorum öyküyü. Bazen öyle oluyor ki, üzerine yoğun çalışıyorsun, bazen de yavaş yavaş toparlıyorsun. Bir söz vardır; roman sayfa sayfa, öykü paragraf paragraf, şiir satır satır yazılır derler. Böyle ince eleyip sık dokuyarak tamamlayabildiklerimi bir bütün içinde kitap haline getirdim… “İs Odası”, ismine bakınca kitapta böyle bir öykü yok. Ancak 'is odası’nın fena halde bir metafor olduğu da gerçek. Var mı onun özel bir hikâyesi? Oğlumuz 10 yaşında, mimariye meraklıdır. Onunla yaptığımız gezilerden sonra Mimar Sinan’la ilgili bir kitapta 'is odası’na dair bir bölüm okumuştuk birlikte. Dönem şartları gereği aydınlatma için kandiller kullanılırken camilerde, Koca Sinan oturup uzun uzadıya hava akımını hesaplayarak camide bir bölüme küçücük, sadece bir insanın girebileceği kadar bir 'is odası’ yapmış. Bu is odası, yanan kandillerin islerinin toplandığı odaya verilen ad. Biraz daha okuyunca, bu biriken islerin de toplanıp mürekkep yapımında kullanıldığını öğrendik. Bunu fark edince, bu kitaptaki öykülerin her birinin tek tek benim yaktığım kandiller, o kandillerden tüten isler de 'is odası’nda toplansın dedim. Belki orada biriken isler, daha değerli insanlar ve kalemler için daha güzel şeylerin ortaya çıkacağı mürekkep Peki uzun zamana yayarak yazma, tekrar tekrar üstüne çalışma ve benzeri 'yazma biçimi’ne dair detayları aktarıyorsunuz. Aynı şekilde “İs Odası”nda anlatılanlar küçük 'an’larının anlatımı. Küçücük bir 'an’ı geniş zamana yayarak yazmaya başlamak tam olarak nasıl gerçekleşiyor sizde? Tabii ki bir teoriden bahsetmiyorum burada. Bunu en güzel şekilde, bir örnekle açıklayabilirim. Ben ne anlatayım, başımdan güzel bir olay geçmişti ya da bir arkadaşım bana şu olayı anlatmıştı onu yazayım, gibi bir şey olmuyor. Herhalde hazmedip, rafine etmekle de ilişkili bir şey. Elbette aval aval dolaşmıyorum, ama herkesin gördüğü, belki de bildiği bir şey kimi zaman daha fazla dikkatini çekiyor, öykü yazarının. Bu kurarken ya da daha yazarken olabiliyor çoğu zaman. “Bürümcekli Bürce Kadın Tirincekli Tirce Kadın” öyküsünde, aslında üç tane ayrı çağrışım objesi ya da anlarından oluşmuş bir şey. Örneğin yolda giderken bir apartmanın dibinde bir bodrum katı ve küçücük bir pencere görüyorsun, yarısı yola gömülmüş. İçinde bir kız görüyorsun, oradaki hayatı düşünüyorsun. Ya da kendi oturduğun apartmanın bodrum katına indiğinde duyduğun koku hatırına geliyor. Tabii bunlar da bir kerede art arda gelmiyor. Sonra aradan bir süre geçiyor, örneğin İbrahim Tatlıses’in eski eşi Derya Tuna’ya denk geliyorsun; üzerinde lüks tüketimin satın alabileceği ve buna özenen kadınların sahip olmak isteyeceği her şeye sahip olmasına rağmen bir şekilde konuşurken, tenine bakarken, küçük bir el hareketinden aslında geldiği yeri işaret ettiğini görüyorsun. Bunu kesinlikle aşağılamak, hor görmek adına söylemiyorum, yanlış anlaşılmak istemem. Ama geldiği yeri, yoksul geçmişini ya da tamamen benim hayal ettiğim yoksul geçmişinden söz ediyorum. Çünkü Derya Tuna’yı tanımıyorum ama İbrahim Tatlıses’in böyle yoksul bir geçmişten geldiğini biliyorum… Bunlar bana farklı zamanlarda yer ediyor ki, ayakkabılara bakarak, kafası yere eğik yürümeyi seven biri olarak bir gün ışık yanıveriyor. Sonra oturup yazmaya başlıyorum. Tabii bunlar belki de on yıla yayılabiliyor. Hepsinin bir araya gelmesi sandığımızdan uzun zamana yayılabiliyor. Yazma kısmı ise belki birkaç günde sona eriyor. Ardından yine zamana yayılarak yeniden elden geçirme safhası başlıyor. 'An’ı yazmak ve benim öykü yazarı olarak yazma biçimim böyle bir şey… Sadece “İs Odası” için değil genel anlamda Doğan Yarıcı’nın öykülerinde, romanlarında, kaleme aldığı her şeyde ‘dil’in bütün incelikleri çıkar karşımıza. Bir kuyumculuk, kılı kırk yarma seziyorum ben. Çok şeyi belirleyen bir yaklaşım bu… Sevgili Semih Gümüş, sağolsun, çok güzel bir şey söylüyor bu konuda benim için: “Hikâye, önce bir dil ve anlatım biçimi içinde yaşamayı becerebiliyorsa hikâyedir Doğan Yarıcı’da.” Hayranı olduğum bir tanımlama bu. Sahiden de ele aldığım 'an’lar da, anlatmak istediğim olay da, karakter de, duygu da; özel sözcüklere ihtiyaç duyar bence. Fakat bunları tek tek seçmek gibi bir yaklaşımım yok elbette, kendiliğinden geliyor. Neredeyse hepsi herkesin bildiği, gündelik yaşamda kullandığımız sözcükler. Kitaplarda, deyişlerde karşımıza çıkan kullanımlar. Ama bazen de öyle bir ruh hali oluyor ki, o ruh haline uygun birbirini tamamlayan sözcükler daha yoğun oluyor. Örneğin ayakkabı ile ilgili bir öyküde ayakkabı endüstrisinde daha sık kullanılan sözcükler bir araya gelebiliyor. Çorapla ilgili bir anda örneğin, o alanın sözcükleri çoğalabiliyor. Diğer taraftan da ben gerçekten böyle yazabiliyorum. Yine yazdığım öykülerle ilgili verilen bir örnekten hareket etmek istiyorum; gerçekten de önümde bir mermer blok var ve bazen bu yekpare mermere elimde çekiçle var gücümle girişiyorum; bazen kırılıyor kaldırıp yenisini koyuyorsun, oradan bakıyorsun, buradan bakıyorsun, bazen de incecik bir iğneyle uzun süren bir emekle küçük küçük yontuyorsun. Her sözcük bir çekiç darbesi oluyor. O sayede mermer heykel ışığı, gölgeyi daha iyi yansıtıyor ya da bir bütün halini alıyor. Ben kendi bakışımdaki öykünün ancak böyle yazılabileceğine inanıyorum. İnandığım, okuduğum, hayranı olduğum ustaların da böyle yaptığını görüyorum ve biliyorum. Öykülerinizdeki cümleler sanki su terazisinden geçmiş gibi, mutlak bir dengeye sahip aslında. Bir kelimeyi çektiğimizde veya yenisini eklediğimizde denge bozulacakmış gibi geldiği için bu benzetmeyi yapıyorum… Özel bir çaba var sanki… Bir öykü birkaç paragraftan oluşsa da müthiş devrimci hamleler yapabiliyorsun. Romanda şahsen hâlâ kısıtlandığımı düşünüyorum, ama öyküde öyle bir şey yok. Dil açısından çok daha özgür ve bir o kadar da ince ince çalışıyorum gerçekten. Çoğunlukla yazdıktan sonra geri dönüp sözcükleri çıkarıyorum içinden paragrafların… Daha kumaşı keserken, artık elimi ölçülü alıştırmış durumdayım, öyle bol bol kesmiyorum kumaşı, zaten fazlasıyla dar kesiyorum. Eskiden bir öyküyü uzun uzun beş kere yazdığım olurdu. Zamanla daha iyi öğrendim. Yazdıklarıma geri dönüp baktığım zaman, sözcük eklemek yerine iyice aza indirmenin peşindeyim, eksilte eksilte yoğunluğa ulaşmaya çabalıyorum. Ben yazıp yayımladıktan sonra öykülerim, okurun zekâsına emanet! Ne kadar çok çıkarırsam o kadar çok öze doğru yaklaştığıma inanıyorum. Okur bu özü gördüğü zaman, tohum gibi belki de açılıveriyor, yeşeriyor her şey… Her öykünün, öyküdeki karakterlerin teker teker ‘kendi’ dili olmasının yanında sanki bunu metin kendisi var ediyor gibi… Çok doğru. Yazdıklarım için söylenecek tespitler içinde bunu tercih ederim aslında. Öykü kendi içinde dünyası olan bir şey. Örneğin “Gülabdan”da anlattığım 'an’ vesaire bir süre sonra 'meselsi’ bir anlatım gerektiriyor ister istemez. Bilinçli ya da bilinçsiz o mesel anlatımını, o dili kullanmaya başlıyorsun. Gerçeküstü bir hikâye kurduğun zaman öykü kendi üslubunu, anlatım dilini dayatıyor. İki farklı kahramanın bir dizi müptelası kadının ve 'boom operatörü’nün yani bütün sesleri alan, duyan bir adamın bir araya geldiği öykü haliyle sayıklama biçiminde karşımıza çıkabiliyor. Çünkü o öyküde iki karakterin söyledikleri ve duydukları sözler aynı 'an’da yazıya aktarılmak zorundadır… Birçok öyküde ise araya girmeler var. İtalikle yazılmış kesmeler, eski bir anlatıdanmışçasına fragmanlar, metnin ortasına konmuş dipnotlar var; anlatılan olayın arasına girmiş kesitler/fragmanlar bunlar… Öykülerin kendi içindeki 'is odası’ demek mümkün mü bunlara? Elbette mümkün. Bunu en güzel 'Cebelitarık Boğazı’nda yüzmek’ diye özetleyebilirim belki de. Tabii öyle bir şey yapmış değilim ama, belki de en doğru anlatım bu olduğu için onu söylüyorum. Kimi zaman yüzdüğün denizde; koylarda sıcak-soğuk su akıntılarının, derelerden gelen, tatlı su kaynaklarından gelen suların ya da deniz zeminindeki soğuk su kaynaklarının suya karıştığı noktalara denk gelirsin ve iki farklı hissi aynı anda yaşarsın ya... Birden sıcak su gelir bir farklı hissedersin, aniden soğuk su gelir ürperirsin… Bunu istiyorum biraz. Güzel güzel yüzüyoruz işte; bunu bozma demek benim kalemim değil. Hastanedeki adamı anlatırken, şöyle bir gündü, odasında yalnızdı, televizyon izliyordu, ziyaretine geldiler… şeklinde anlatmak demek değildir benim için. Ben, bunu başka türlü de anlatabiliriz başka türlü de görebiliriz biz bunu diyenlerdenim. Sıcak soğuk, tatlı tuzlu su karşılaşmalarının olduğu sularda yüzmeyi seviyorum. Güzel güzel yazarken, birden bundan rahatsız olup bırakıyorum yazmayı. Kolaya kaçmak gibi geliyor çünkü bana. Burada kendi sınırlarımı, metnin sınırlarını zorlamak kadar okurumun da benimle nerelere kadar geleceğine bakıyorum, bunu seviyorum çünkü… Türk edebiyatında başka ustaların da yer aldığı bir tavır bu aslında. Pasif okur istemiyorsunuz ancak bir o kadar da okurunuza sonsuz bir güvenin var… Tabii ki bu ustalar, benim de ustalarımdır aslında. Benim bir yazar olarak okura söyleyebileceğim şartım şu, öykü bittiğinde okur hemen ikinci öyküye geçmesin bir baksın ve onu tamamlasın. Okuduğu metnin içinde kullanılan şeylerin orada yer alma sebebinin peşine düşsün, o da farklı bir keyif alsın istiyorum. Pasif okumadan rahatsız olan bir adam olarak elim başka türlü yazmaya varmıyor. Benim çok etkilendiğim yazarlar olmuştur, Bilge Karasu’nun “Göçmüş Kediler Bahçesi”ni ve Hulki Aktunç’un “Bir Çağ Yangını”nı okuduğum zaman yaşadığım 'travma’yı asla unutamam. Ben kendimi iyi bir okur olarak sayarken, daha da donanımlı olmam gerektiğini fark etmiştim bu kitaplar sayesinde. Hulki Aktunç yazdığım ilk öyküleri okuduğu zaman şöyle söylemişti: “İki tip yazar vardır, birincisi klasikle başlar ve zamanla kendini bulur, ikincisi en baştan kendisi olarak başlar ve zaman içinde klasik anlatım biçimine doğru yön tutar. Sen ikinci türdesin ve bundan rahatsız olma asla, devam et.” Haliyle devam ediyorum... Soruda söylediğiniz gibi; Vüs’at O Bener, Bilge Karasu, Hulki Aktunç, Yusuf Atılgan, Ferit Edgü, Leylâ Erbil… hepsi başka başka yazarlar, başka başka anlatım biçimleri, ama hepsi okuruna güvenen, okurunun bir şeyleri kurcalamasını isteyen, pasif okurdan ziyade donanımlı okur isteyen yazarlar. Benim de ustalarımdır onlar. Ben, Kerime Nadir gibi yazıp benim en sevdiğim yazar Vüs’at O. Bener, Peter Handke diyen yazarlara inanmıyorum. Kerime Nadir’i veya Kerime Nadir gibi yazmayı küçümsemiyorum asla, ama birbirine tamamen zıt bu durumun gerçek olmadığına inanıyorum. Ben yazarken, karşımda çok üstün insanlar olduğuna inanıyorum. Bu olmasa ben böyle öyküler yazamam zaten. Benim öykülerime 'çok kapalı’ diyen okurlara bozuluyorum açıkçası, ama zaten genel anlamda 'donanımlı okur’ buluyor benim yazdıklarımı… Kitabın ikinci bölümü “Âli’yle Konuşmalar”ı ayrıca değerlendirmek gerek sanırım. Diyalog biçiminde minimal öyküler bunlar. Haliyle bir fikir ve yola çıkarken belirlenmiş bir karar var… Ne söylersiniz? "Âli’yle Konuşmalar”, oğlumuz Ali’den ilham alarak ortaya çıkmış bir bölüm. Aklı ermeye başladığından beri çokça sıradışı sorular sormaya başladı. Bir keresinde gerçekten koşarak içeriye girdi ve annesine “İçeride n’apıyorsun?” diye sordu. “Sen dışarıda ne yapıyorsun?” diye soruyla karşılık verince, “Tek başına iyi olunamıyor, bana bir kötü lazım!” karşılığını gerçekten vermiştir. Bu beni çok etkilemişti. “Gece Kelebekleri”nde de yaptığım bir şeydi bu diyalog halindeki minimal öyküler. Daha sonra Ali’yle yaptığımız başka konuşmaları aklıma getirdim ve onların da buna benzer olduğunu fark ettim. Bir süre sonra yenilerini yazmaya başladım. Yaşamla başlayıp, din ve güncel/günlük hayattan ölüme doğru ilerleyen bir çizgide düşünerek tamamladım. Bir taraftan da “Gece Kelebekleri”ne ve benden önce bunu yapan ustalara selâm olsun dedim… Ustalara selâm olsun derken, aklıma Ferit Edgü ve Necati Tosuner geliyor, ama ilk önce Ferit Edgü… Onların yaptıklarına yeni bir biçim kazandırmak gibi değerlendirebilir miyiz? Kıyaslama yapılacaksa sümme hâşâ! Onu ben kıyaslayamam zaten... Ama ustalar, peşinden gitmek ve onları aşmaya çalışmak için değil midir? “Babamdan ileri oğlumdan geri” sözündeki gibi. Zaten okur, çırağı ustasının yanına koyup tartacaktır. Tartmalıdır da… Ferit Edgü dururken, onun yaptığı bir şeyi yapmaya kalkıştığında ortaya çıkana iyi bakmak gerekir, ben bunları Ferit Edgü’nün minimal öyküleriyle mukayese bile etmem, edemem. Zaten o zaman başka bir şey çıkar ortaya, bu kez Ferit Edgü’nün diyaloglarını da başka diyaloglarla kıyaslamak gerekir, hepten yanlışa gideriz… Bu anlamda yeni bir şeyler yapmaya çabaladığımı da söyleyebiliriz elbette. Ferit Edgü’nün hayran kaldığım tarafı, salt çıplak hayatı iki diyalogla koyuverir. Büyük felsefi cümleler kurmaz, öyle bir şey gütmez de zaten! Ama çok şey gizlidir arkasında… Geri dönecek olursak Ferit Edgü’yü, Necati Tosuner’i hatta Oruç Aruoba’yı da anmak gerekir; bir 'dil’ yaklaşımıdır. Az söz söyleyerek, damıtarak, rafine ederek söylemek çabasıdır. Benimki de tüm bunların farklı bir halidir aslında… Yazılmış teorik eserlerden ya da bir yazarın yazma biçimini anlatan teorik eserlerden çok, o yazarın eserlerini okuyarak onun teorisini kendimce çıkarmayı seven bir insanım. Ferit Edgü, Vüs’at O. Bener, Bilge Karasu, Turgut Uyar ve daha birçok isim var, daha bütün sırları keşfedilmemiş. Onların yazdıklarını sürekli okuyarak çıkarmaya çalışıyorum neler yaptıklarını, sırlarına ermeye çalışıyorum. Yazarları keşif serüvenim böyle benim. Sosyologların alan araştırması dedikleri şeyi, okur olarak edebiyatta yapıyorum. Haliyle öykü böyle de yazılabilir, minimal öykü diyalogla böyle de yazılabilir, romanda şunu da yapabilirim gibi şeyler çıkarıyorum kendimce… Nihayet sabrı olan insanla, okurla da paylaşıyorum… |
|
Fotoğraf: Muhsin Akgün
|
Yazdığınız bir kitaptan sonra nasıl aynı kalabilirsiniz ki? Murat Hocaoğlu / Okuryazar.tv Doğan Yarıcı, yeni romanı 'Her Aşk Gibi Yarım’da Yeşilçam filmlerinin güzel duygusunu yanına almış, modern bir roman kurgusunun yol arkadaşı yapmış. “Güneş alçalıp gölgeler çekildiğinde gölgelerin birleşerek konuştuğu bir semte, Beykoz’a ve gülerken bile puslu, efkârlı bakan Beykozlulara bir güzelleme. Roman kişilerini Nüvit Özdoğru’dan Neriman Köksal’a, Muzaffer Tema, Yıldırım Önal, Fatoş Sezer, Vahi Öz, Altan Erbulak, Necdet Tosun, Gülistan Güzey’e varana kadar gelmiş geçmiş pek çok sinema oyuncusuna “oynatan” Doğan Yarıcı, romanın kurgusunu da bir sinema filmi gibi çatmış; romanın anlatıcısı ise yine yazar gibi bir Beykozlu: Sadri Alışık. Sinema metaforu hayatın seyirlik bir oyun olduğunu vurgulamasının yanı sıra, bir sanat olarak gördüğü baskılarla da dönemlerin sindirmeci zulüm politikalarını da simgeliyor. Karanlıkta, beyaz bir perdede hayat yansıyıp sona eriyor. Her son, belki de bir başlangıç. Her şey başladığı gibi bitiyor. Belki de son diye bir şey yok. Sadece korkularımız var.” 'Her Aşk Gibi Yarım’ romanı, daha önce yazdıklarınızdan biraz farklı geldi bana.. Dille meselesi olan, Türkçe’nin olanaklarını zorlayan adımlar atıyordunuz… Bu kitapta bu çaba, daha çok atmosfer kurmaya yönelmiş gibi hissettim. Bunun, bu kitabın sinemayla kurduğu edebi oyunla ilgili olduğunu mu düşünmeliyiz? Temel olarak, sizin de belirttiğiniz gibi, kitabın sinemayla, özellikle yeşilçam kalıplarıyla kurduğu ilişki nedeniyle diyebiliriz. En anlaşılır kitabım olduğu söyleniyor, bu beni çok eğlendiriyor; O Boşluk’tan sonra hele. Bir yanılgıya, yanlış bir beklentiye düşülsün istemem; iki kitabın da derdi farklı; kendi dilini belirlemiştir sonuçta iki kitap da. Rahat durmayacağımı biliyorum, bir sonraki kitapta bilimkurguya dalarsam ne olacak? Anlatı kalıplarını olduğu gibi almak yerine, yapı(lar)dan yararlanmayı, üzerine yeni yapılar kurmayı, olanakları zorlamayı benimsiyorum. Hem yazar hem okur için çileli olan bu tercih, anlatılan hikâyeye de, metâ olarak kitaba da, belki okura da yeni bir şey katıyor. Organik bir yapı oluşuyor sonuçta. (Anlatıda kurulan atmosfer değil de, kitabın atmosferi oluyor belki de bu.) Dille mesele, tam da burada devreye giriyor. Seçtiğiniz konu ve çıktığınız yol, yazar olarak benimsediğiniz, istemeden de olsa yöneldiğiniz “genel” anlatı eğiliminizi/üslubunuzu (eğer varsa), kırmanıza da yarıyor. Bu iyi bir şey. Denize paralel kıyıdan mı, orman içinden patikalardan mı, yoksa şoseden mi gideceğiz? Her birinin yürüyüş şekli, temposu, donanımı, ışığı, dokusu, rastlantıları farklı. Gitme kararını siz alıyorsunuz, o sırada yapayalnızsınız. Yolculuk iyi miydi? Sağsalim tamamlayabildik mi yolu? Ne âlâ! Bir de bakıyorsunuz arkanızda birkaç insan var, ne mutlu. Sıkı bir serüven oluyor bana göre; sonrasında, kurgulama ve yazma eylemi tamamlandığında benden çıkıp gidiyor. Göze aldığımız yolculuklar bizi biz yapıyor. Yazma çilesini katlanılır kılan bir de bu var sanıyorum. Yazdığınız bir kitaptan sonra nasıl aynı kalabilirsiniz ki? Öte yandan, bu kitaba özel, baştan sona yol arkadaşım Sadri Alışık vardı. Bizdeki anlatıcı meddah geleneğinin Yeşilçam sinemasındaki karşılığı. Sadri Abi hemen her şeyime karıştı, daha romanın ilk bölümü bitmeden sabrı taştı, üsluba, izlediğim yola itiraz etti; kitabın sonuna kadar tatlı tatlı itiştik, elimden geldiğince ona aldırmamaya çalışsam da, beni “tuttu”, oyaladı. Hatta son jenerik yazılarının ardına bile sızdı. Kitabın son sayfasında yer alması gereken SON yazısını, anlamadığımız bir şekilde baskı aşamasında yok etti. Eski Yeşilçam filmlerinin ana yapısından bir türlü kopmadı. Ben de rahat duramadım elbette, romanın üç bölümü bu nedenle birbirinden çok farklıdır. Sinemanın sunduğu her olanağı bu kitapta kullanmak gibi bir fırsattan sonuna kadar yararlandım, ona karşın. Dil, seçilen sözcükler de buna dahil. Bir de, “dille meselesi olan”ı anlıyorum da, daha önce de hakkımda söylenen şu “Türkçenin olanaklarını zorlayan”ı tam olarak anlayamıyorum. Sözcük oyunları, bir sözcüğü ya da cümleyi eğip bükmek, bozmak gibi şeylerse söylenen, asla katılmıyorum, öyle bir şey yapmıyorum. Haklısınız, yanlış bir ifade kurdum, ‘Türkçenin olanaklarını zorlamak’ deyince başka dil denemeleri kurmaktan söz etmiş oluruz ki, benim de söylemek istediğim bu değildi… Anlatıma belli bir dil bilinciyle yaklaşmaktan, Öztürkçeye tutkun olmaktan, yazarken karmaşık sözcük kullanımından olabildiğince uzak durmaktan, kendi dilini kurma ve geliştirmeye çalışmaktan söz edebiliriz. Uydurduğum ya da türettiğim sözcükler elbette var, olmaz mı! Kıyıda romanı için bu gerekliydi; “pusubilmez”, “çıksalın” gibi pek çok çiçek adını TDK’dakiler epey bir sorgulamıştı, okurlar ise bu çiçeklerin yanlarından yürüyüp geçmişti. Eğer, olanakları zorlamaktan kasıt “kalıpları zorlamak”sa, “eyvallah”. Başka ne için yazılır ki? Doğrular vardır, olabilir. Kurallarsa yıkılmak için. Mutlak özgürlük için. Romanınızın geçtiği Beykoz Kundura Fabrikası’nın, bugün bir plato olarak işletiliyor olması size ne hissettiriyor? Doğrusu, ben de o fabrika kalıntılarında çekim yaptığım içim, roman boyunca bildiğim mekânların geçmişini okumak ilginç bir deneyimdi… Gerçekten ilginç olmalı, hiç böyle düşünmemiştim, bu söylediğinizde güzel bir metafor var. Bense çocukluğumdan beri fabrikaya hiç gitmedim, kıyısından geçmedim, kapısından içeri girmedim, giremedim. Çokça kitap ve döküman topladım, epey bir araştırma yaptım fakat son durumu görmek için bir fırsat ya da bir itki oluşmadı. Ben de zorlamadım, buna uydum. Plato olarak kullanılan halini internette dolaşan fotoğraflardan gördüm yalnızca. Orada olanlar çok özeldir, hayatımda/Beykozluların hayatında çok önemli bir rolü vardır fabrikanın. (Ayakkabı yapıyor baksanıza, ayağımıza geçirip yollara koyuluyoruz, ömür tüketiyoruz.) Hem benim hem de kitaba neden olan müdür Orhan Bey’den tutun fabrikanın son ustabaşılarından Dursun Amca’nın kişisel tarihinde, Cumhuriyet’in tanıklığından fabrikanın kurulduğu Osmanlı dönemine kadar toplumsal hayatımızda önemli bir yer tutar. Oradaki binaların mimari olarak tarihi bir değeri fazla yoktur, içindekilerdir çok değerli olan ve zaman içinde ilgisizlikten yok olan. Kapalı tutulup kaderine terk edildiği yıllar içinde, giden çoktan gitmiştir. Şimdi oranın kişiliksiz “imitasyon” bir otel yerine, hiç olmazsa “plato” olarak kalması daha iyi belki de. Keşke herkese açık olabilse. Kiralama süresi bitince kimlere peşkeş çekilecek, ne olacak bakalım? Bir ülkenin insanlarına ruh vermiş, tarihini belirlemiş her alan ve yapıda olması gerektiği gibi, onarım adı altında katledilmese, belirlenmiş bir kitlenin kullanımına özel olmasa, içine girmek için izin alınmak zorunda kalınmasa. Olduğu gibi korunarak bambaşka bir işlev yüklense bile, hayata açık da olsa. Doğru sayılabilecek en kötü olasılıklı uygulamalardan biri olarak Bilgi Üniversitesi-Santral İstanbul’u örnek verebiliriz fakat Çırağan’ı ya da Haydarpaşa’yı değil! Romanınızın esin kaynağı gerçek bir kişi, eşinizin dedesi Orhan Sunder. Kitabı da ona adamışsınız. Orhan Sunder’i ve onun hikâyesindeki sizi bu romanı yazmaya motive eden duyguyu biraz anlatır mısınız? Orhan Bey’le tanışamadan kendisi yıllar önce vefat etmiş. Fakat çok dinledim, eşim elinde büyümüş, tanıyan herkes gibi sevgiyle anar, üzerinde çok emeği var. Unutulmaz bir insan zaten, hem fabrikada hem çevresinde çok sevilen, başarılı olmuş, çalışkan ve tutkulu bir insan. Üstelik bir de çok duyarlı, sanatı seviyor, şiirler yazıyor, Yalan Gerçekler adlı bir şiir kitabı da bırakmış ardında, pek çok güzel anı dışında. İki tane düzgün evlat büyütmüş, torunlar sevmiş, renkli bir kişilik, Cumhuriyet kuşağının o güzel çocuklarından. (Eşi Berrin Hanım ve Orhan Bey’in hayatı aslında tek başına ayrı bir roman.) Bir sohbet sırasında öylesine anlatılan bu hikâyenin özü beni çok etkilemişti: Filmlerin eritilip tutkal yapılması. Olay Orhan Bey’in fabrikaya idari müdür olduğu ellili yıllarda geçiyor aslında. Ben düşünüp taşınıp kitapta kırklı yıllara, ikinci büyük savaş dönemine taşıdım. Gerisi tamamen kurgu. Orhan Bey filmlerin eritilip tutkal yapılması istendiğinde evli ve çocuklu bir adam, gerçekten filmleri fabrikada işçilere seyrettiriyor, birkaçını kurtarıp müzeye kazandırıyor ama gerçek bu kadar. Kitabı okuyunca yakın çevreden bile aldanan çok oldu, “Vah zavallı Orhan Bey, sonu gerçekten böyle mi olmuş?” ya da “Çarşamba halk günü, demek böyle çıkmış ortaya,” diye. Cevabım hep aynı oldu, bir romana asla güvenmeyeceksin! ‘Cinema Paradiso’ filmi meğer 40’ların Beykoz’unda yaşanmış. Bu tematik karşılaşma bence romanın fikrini güçlendirmiş, romanda kurduğunuz sinematografik ‘şaka’ya katkı sağlamış. Ne dersiniz? Romanınız bir dönemi anlatıyor. ‘40’lar İstanbul’u… O günleri anlatmak için muazzam bir yol arkadaşı kurgulamışsınız kendinize ve okura: Klasik Yeşilçam Sineması. Siyah-beyaz yerli filmler, artık hatırasının bile yaşamasına izin verilmeyen İstanbul’un tanığı mı size göre? Bu filmler, biraz da bu yüzden mi böylesine etkiliyor bizi? Kesinlikle öyle. O filmlere bunun için gönülden bağlıyız. O zamanki saflığı, el değmemişliği yaşımız tutmasa da sanki yaşamışız gibi büyük bir özlemle izliyoruz. Hem çevreye hem insanlara bakarak. Oysa o filmler onyıllar boyu çekilirken ülkede yine bir sürü sorun var. O zaman da kötü yönetilen bir ülkeyiz, savaşlara bulaşmışız/girişmişiz, hayat pahalı, yoksulluk ve zenginlik sınırları çok keskin. Yine zulüm, rüşvet, bastırılmışlık ve engellenen özgürlükler var. Fakat aynı zamanda bir kendiliğindenlik var. Giysilere, Boğaz’ın el değmemiş sahillerine, İstanbul’un boş tepelerine, konuşulan dile, kullanılan müziğe bakın. Bir de üzerine siyah beyaz, sepya! Aslında, çok güzel bir aldanış. Hollywood gibi bilinçli bir şekilde tasarlanıp uygulanmamış, yaban bir güzelliği var, her şey kendiliğinden, kendi estetiği ve de sakilliği içinde gelişmiş, olmuş. Öte yandan, her anlamda “kötü”nün nasıl katlanarak büyüdüğünün, şimdinin eskiyi nasıl arattığının belgeseli. Tek sözcük yetiyor o filmleri anlatmaya, (bütün aldatıcılığını da anlamaya): Samimiyet! Romanınızın bir güzelliği de şu; eski İstanbul’u okumak için yeni ve modern bir roman olması. Bugünden eski İstanbul’u yazmanın edebiyatçı olarak zorluğu var mıydı? Bu, kitapla ilgili en yerinde saptamalardan, kitabın aldığı en güzel övgülerden biri; teşekkür ederim. Kitap, aslında okuru çok da ilgilendirmeyen teknik amaçlarından birine ulaşmış demek ki. Türkiye yazınındaki önemli bulduğum bir boşluğu doldurmaktı derinlerdeki amacı. Dönem romanı yazarken o dönem gibi olmanıza gerek yok. Ya da o döneme buradan bakacağım, modern olacağım diye ruhsuz olmanıza hiç gerek yok. Kimsenin gözüne sokmadan hem “teknik” hem de “samimi” olabilirsiniz. Tıpkı “iyi” bir film gibi. Zorluğuysa, iyi bir araştırma ve uzun bir hazırlık dönemini göze almanız. Başka türlü olmaz. En azından benim için öyle. İnsanları konuşturmam, ayrıntıya girmem, olur biter diyemiyorsunuz. Hakkını vermeniz, bunu da kendinize özgü ve kendinizle çelişmeden yapmanız gerek… Şimdiye dek yazılmış nitelikli İstanbullu kitapların üzerine, yeni ve anlamlı bir şey koymanız. İstanbul kendimi bildim bileli merak ettiğim, araştırdığım, zamanımı verdiğim bir “şey”. Dönem araştırması da uzun zamanımı aldı açıkçası, çok konuda kaynak bulamadım. Orhan Pamuk’un bir şikayeti var ya hani, geçmiş yaşantılarla ilgili gündelik hayattan basit, önemsiz ayrıntılar neredeyse hiç yok diye. Gökhan Akçura’ya niye “çöpçü” diyorlar? Kırklı yıllardan bile basit ve önemsiz görünen ayrıntıların bilgisine ulaşmakta zorlanıyorsunuz. Ara Güler’in deyişiyle, “Bu muhimdir!” Yazılı kaynaklarda bulamayınca çok fazla fotoğrafı ve özellikle filmleri kare kare taradım. Ne garip değil mi, sinemayla ilgili bir romanda anlatılacak gündelik gerçeği bulmak için, kurgulanmış sinema filmlerini taramak. İstanbul’u anlatan romanlardan hangilerini seversiniz? Elbette burada sormak gerekir, hangi İstanbul? Öyle bir şehir ki bu, bir romanın içine sığdırabileceğiniz başka bir şehir yok sanki. Türkiye yazınında eskiden beri İstanbul’un içinden geçmiş pek çok roman var, hatta ömrünü İstanbul’u ya da İstanbul’la anlatmaya adamış göçmüş/yaşayan yazarlar. Orhan Pamuk’un Kara Kitap’taki Boğaz’ın Suları Çekildiği Zaman bölümü “orijinal” bir buluş değil midir? Ahmet Ümit’in İstanbul Hatırası kitabındaki cesareti. Metin Kaçan’ın Ağır Roman’ı İstanbul’un sevdiğim başka bir yüzünü yetkinlikle anlatır. Kemal Tahir’in Esir Şehir Üçlemesi’ni (Esir Şehrin İnsanları, Esir Şehrin Mahpusu, Yol Ayrımı) atlayamayız. Tanpınar’ın İstanbulu, özellikle Huzur. Mehmet Rauf’un Eylül’ü. Refik Halid’in İstanbul’un Bir Yüzü ve Mithat Cemal Kuntay’ın “sevemeden” de olsa okumamız gereken Üç İstanbul’u. Bütün bunların ötesinde, roman olmasalar da Salâh Bey Tarihi’ni oluşturan Boğaziçi Şıngır Mıngır, Sergüzeşt-i Nono Bey ve Elmas Boğaziçi, İstanbul-Paris, Kahveler Kitabı, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu kitaplarını alır baş köşeye koyarım. Aşılması zor kitaplardır, hatta imkânsız. İstanbul meselesini kurcalamayı biraz uzatmış olabilirim, ‘Her Aşk Gibi Yarım’ hayallerinin peşinde koşmaktan kendini alamamak hakkında bir roman her şeyden önce. Hüzünlü de bir hikaye anlatıyor. Hatta yol arkadaşlığı ettiğiniz Yeşilçam filmlerinin melodramıyla boy ölçüşebilecek kişiler, hayatlar okuyoruz romanda… Yapısı gereği böyle. Seçtiğimiz yoldan. Olacak iş mi, baş kahramanın eline geçen amatör işi bazı filmlerde görüp de âşık olduğu Hayal Hanım, fabrikada burnunun dibinde çalışan Enise’nin annesi çıksın! Gitsin onunla evlensin! Gülerim ben buna. Ama gülmüyoruz işte, içleniyoruz, öyle bakıyoruz eski Yeşilçam filmlerine. Gülsek de, aşağılayarak değil; bize işlenmiş bir nostaljiye içtenlikle gülüyoruz. Yetmiş yıl önce geçen ve benim uydurduğum bir pasif direniş, Beykozluların çayırda toplanarak direnmesi ve yokluktan kurulan takas pazarı, yetmiş yıl sonra Gezi Parkı’nda karşınıza çıkıveriyor. Bir okur söyleyince ayrımsadım, hayrete düştüm. Doğru. Ve hep birlikte, Gezi sinemasında, yaşı 23’ü geçmeyen gençlerle birlikte eski Yeşilçam filmleri izlendi. Bakın siz şu işe. Hayatımız film! Orhan’ın kırılganlığı ve onun gibi insanları bekleyen ‘hayat’… Bu duygu, yazdığınız tüm metinlerde kendini gösteriyor. Siz böyle insanları anlatmayı mı seviyorsunuz? Açıkçası bunun ayrımında değildim, siz söyleyene dek düşünmemiştim. Ben bunun üzerine bir yatayım, etraflıca düşüneyim. Şimdiye dek basılan kitaplarıma, çekmecede beklettiklerime, şu an yazdıklarıma da bakayım. Belki “kırılgan” sözcüğünün çağrıştırdıklarına, onu oluşturanlara bakmalı, hatta “hayat”a da. Bireyle, küçük insanla, yapıyla haşır neşir olurken, anlattığınızın odağına insanı, ânı ve mekânı oturturken demek böyle oluyor. Koskoca bir filmden geriye, aklınızdan hiç çıkmayan bir an ya da bir sahne kalıyor; unutamıyorsunuz… Yaşlı, çok yaşlı bir kadın elindeki şişeyi zar zor cam kumbaraya atmaya çalışıyor. Gün ve gece boyunca direnmiş bir gencin içinden, sabahın ilk ışıklarıyla çevredeki çöpleri toplamak geliyor. Kendimi anlatacak denli tanımadığımdan, Semih Gümüş’ün iki yıl önce yazdığı “Nitelikli Edebiyatın Dolaylarında” yazısından bir yorumunu burada paylaşmak daha doğru olacak: “Hikâye, önce bir dil ve anlatım biçimi içinde yaşamayı becerebiliyorsa hikâyedir Doğan Yarıcı’da.” “Evet, şimdiye dek izledikleri hiçbir filme benzemiyordu bu film. Ancak, gördükleri bütün filmlere benzeyen parçalardan oluşmuştu. Olağanüstü bir şeydi. Beykozlular izledikleri bu filmde bir araya gelen binlerce, hatta milyonlarca şerit parçasının çoğunun hangi filmlere, yönetmenlere ait olduğunu, konusunu başını sonunu bilmiyordu ama zevkle, soluksuz, büyülenmişcesine izliyordu. Kimi sesli kimi sessiz parçalar, siyah sepya bambaşka tonlar, ilişkisiz mekânlar, başka filmlerde oynamış fakat şimdi karşı karşıya gelmiş oyuncular, birbirinden kopuk konular öyle güzel bir araya getirilmişti ki.” Öyle etkileyici bir ‘kolaj’ anlatıyorsunuz ki… Sizce karakteriniz çocuk, hangi filmlerden hangi parçaları bir araya getirmiş olabilir? Veya bu kolajı siz yapıyor olsaydınız, sizin ‘cut’ınızda hangi filmlerden hangi anlar olurdu? Hah ha… Şahane soru! Ben bu kolajı ayrıntılı bir şekilde yazdım, cut’larla elli sayfayı buldu. Sonra vazgeçtim ve bilgisayara aktarmadan kitaptan çıkardım, el yazılarında kaldı. Hem roman sarkacaktı hem de bu sorunuz gelmeyecekti. Yönetmen Ömer Faruk Sorak ve yapımcı ortağı Oğuz Peri, romanı filme çekmek istiyor. Senaryosu yazıldı, 2014 yılında çekimlere başlamak için hazırlık yapıyorlar. O zaman birlikte montaj masasına otururuz belki. Fakat şunu söylemeden geçemeyeceğim… Türkiye ve dünya sineması, romanın geçtiği kırklı yıllardan sonra hızını alıyor aslında. Özellikle elli, altmış ve yetmişli yıllar, bana göre sinemanın altın çağı. Post prodüksiyon olanakları kısıtlı, “dijital atraksiyonlar” yok, ayıp örten numaralar keşfedilmemiş. Has senaryolar ve şu bildiğimiz negatif filmler ve kameralar var ellerinde. Kusursuz, çok sıkı filmler onlar, gerçek sinema orada. İşte ben bu dönemin kolajını yapmayı çok isterdim. ‘Türkçe Aykırı Sözler Derleme Sözlüğü’ ilginç ve yaratıcı bir proje. Edebiyatın çeşitli alanlarında eser veren bir yazar olarak, ayrıca da reklam sektöründe çalışan bir profesyonel olarak bu proje sizin için ne anlam ifade ediyor? Geliştirmeye devam ediyor musunuz? Zaten önce, Büyük Argo Sözlüğü’nün yazarı Hulki Aktunç’a verilmiş bir sözüm var. Ben vermedim de, o aldı. Usul usul gelişiyor, ilerliyor sözlük. Belli bir yaşa erişebildiğimde, yalnızca kendim için düşünüp yazarak yaşayabildiğimde hız kazanacak diye umuyorum. Sözlükten bir alıntıyla özetlersem: “Eşek ölecek, sırt üstü düşecek, siki güneş görecek!” Sözlüğün uzman işi olduğunu düşünürüm ısrarla. Fakat benim yaptığım, yıllar içinde derlediğim (büyük çoğunluğu sözlüklere girmemiş/sokulmamış) deyim ve atasözlerini yorumlayarak açıklamak. Bu nedenle Hulki Abi ihmal etmeden yürümemi çok söylemiştir. Bu deyimleri, atasözlerini ve söz dizimlerini, içlerinden bir Pertev Naili Boratav çıkmadıkça akademisyenlerin derleyeceği yok belli ki. Tamamen rastlantıyla, eğlence olsun diye başlamıştı bu derleme. Unutmamak için aldığım ve bir ayakkabı kutusunda biriktirdiğim notlar, artık kutuya sığmayınca aldı başını gitti. Bir dönem internet sitesinde bir bölümünü paylaşmış ve destek istemiştim; ben tersini bekliyordum; gelen olumlu eleştirileri ve katkıyı size anlatamam. Elime geçen e-postalardaki, çoğu sözlükte zaten olan deyimleri toparlayıp ayrıştırmam henüz bitti, çok güzel sözler de öğrendim. Tekrar internette görünüp derlemeye devam etmek fena olmaz, belki önümüzdeki yıl. Yoğun emek isteyen bir iş ve bir kaptırdığınızda başka verimlerden kopuyorsunuz. Bir konuda yine haklı çıktı Hulki Abi, “Sözlükte bile yapayalnızsın.” demişti, o iş bile tek başına yapılıyor. Bu arada bu aykırı sözlük bittiğinde bir yayınevi niye basmak istesin ve adı üstünde derleme bir kitaba okur neden para ödesin ki, onu da anlayamıyorum. Sırf ben tespih taneleri gibi dizdiğim, yorumlar yazdığım için mi, saçma geliyor açıkçası. Paylaşım için en uygun ortam sanal ortamdır ya da benimseyemesem de e-kitaptır belki. Bu arada, siz reklam demişken… Yazdığım kitaplar ve bu sözlük ne reklam sektörünün umurunda, ne de reklam sektörü benim umurumda. Eski kitaplarınız yeniden yayımlanıyor. Bu yeni basımlarda, ilk basımlarda karşılaşmadığınız türden yorumlar, değerlendirmeler geliyor mu? Okurlarla sıkça görüşebilen, imza günleri ya da başka etkinliklere katılan bir yazar değilim. Kitaplarımla ilgili fazlaca bir yorum aldığım söylenemez. Yakın çevrenin dışından gelen yorumlarsa daha çok e-posta yoluyla. İnsan şaşırıyor! Kıyıda’nın yeni baskısı bu yıl yapıldı. Güneydoğu’dan genç öğretmenlerden, sağlık görevlilerinden, üniversite öğrencilerinden yorumlar alıyorum. Anadolu’nun çok farklı yerlerinden İnstagram ya da Twitter aracılığıyla tanış olduğumuz, hiç yüz yüze gelmediğimiz, kitaplarımı okuyup değerlendiren genç insanlar var. Gezi kitaplığında eline O Boşluk geçen ve elden ele dolaştıran birkaç okurla yazıştık. Biri çıkıyor, bende bile tek kopyası olan öykü kitabımdan bir alıntı/yorum yapıyor. İçtenlikle söylüyorum, gerçekten çok şaşırıyorum. Okur tepkileri ve yorumları, yazar ya da eleştirmenlerin yorumlarından daha farklı. Bir sağlama, yararlanma durumu oluşmuyor bu rastlaşmalarda. Mutlu oluyorsunuzdur, o kadar. Tekrar yalnızlık. Beni ilgilendiren, olsa olsa okur kişinin yazdığınızdan ne esinlendiği, o şeyi başka bir şeye dönüştürüp dönüştürmediği. Bunu da bilmenize olanak yok. Zaten, kitaptan kesekâğıdı bile olmuyor. Aynada yüzüme söylenense şu: Aldırışsız, dik kafalı, bilip ya da bilmeden bildiğini okuyup yazan bir yazar. Yeni çalışmalarınızdan biraz bahsedebilir misiniz? Yakında yayımlanacak kitabınız var mı? Bu yılın sonunda yayınevine “İs Odası” adlı öykü kitabımı teslim edeceğim, önümüzdeki yıl yayımlamak istiyorlar. Bir yandan bu öykü kitabının üzerinde son çalışmaları yaparken, diğer yandan adını kendine saklayan bir roman üzerinde birkaç yıldır usul usul çalışıyorum, iki yıl içinde bitirmeyi planlıyorum. Çocuklar için yazdığım bir müzikal var yarım, bekleyen; Devlet Tiyatroları’ndan istiyorlar; önümüzdeki yıl bitirir teslim ederim; adı “İçinde Müzik Çalan Çocuk”. Ayrıca, oğlumuz Ali’yle (9), üzerine kafa yorup yarım bıraktığımız “Falan Filan” adında ortak bir kitap çalışmamız var, onu tamamlamak istiyorum fakat kendisi çok yoğun. Her Aşk Gibi Yarım / Yazar: Doğan Yarıcı / Roman / Yapı Kredi Yayınları / Kitap Editörü: Filiz Özdem / Kapak Tasarımı: Nahide Dikel / Kapak Resmi: Engin Öztekin / 1.Baskı Mayıs 2013 / 140 Sayfa |
|
|
||
---|---|---|
Sinema Müzesi'nde Her Aşk Gibi Yarım... Temmuz 2013 Tweet |
||
|
||
Yazın'ın olanaklarını zorlamaktan,
Bugüne dek ne kadar iyi kitap
Çocukken izleyip |
Bir Doğan Yarıcı filmi: Her Aşk Gibi Yarım Çağlayan Çevik / Hürriyet Keyif Tutkal yapımında kullanılmak üzere fabrikaya taşınan film bobinleri, kasabada film şenliğine vesile olur. Şarlolar, Orson Wellesler ve niceleri arz-ı endam eder... Doğan Yarıcı son romanı ‘Her Aşk Gibi Yarım’da anlatıcısının Sadri Alışık olduğu bir Yeşilçam melodramına imza atıyor. Adile Naşit’ten Hulusi Kentmen’e bütün yakın akrabalarımızın rol aldığı, film gibi romanı için TÜRVAK Sinema Müzesi’nde buluştuğumuz Yarıcı’yla romanına ve içindeki sinema tutkusuna dair konuştuk. Klasik roman anlatımının dışında ve görselliği ön planda bir roman Her Aşk Gibi Yarım. Kitabı bitirdikten sonra kurduğum ilk cümle; “Bir Doğan Yarıcı filmi” oldu. Ne dersiniz? Aslında gerçekten de istediğim buydu. Bundan önceki kitaplarımda da hep bir şeyler denedim. Yazının olanaklarını zorlamaktan, kurgunun ve anlatımın üzerine gitmekten hoşlanıyorum. Romanı bir kalıp olarak almaktan ziyade onu bir yapıya oturtmaktan yanayım. Anlattığım hikâye de buna uygundu. Bu, çok kısa ve gerçek bir hikâyeden yola çıkarak yazdığım bir roman. Neredeyse 10 yıl önce anlatmışlardı. Sonra bu gerçek olaydan on küsur sayfalık taslak çıkardım. Ama hikâye sürekli gözümün önüne geliyordu. Yeni yeni kareler canlandırdım. Tüm bu kareleri birbirinden ayırıp tek tek parçalara ayırdıktan sonra yeniden kurguladım. Gerçekten filmdekine benzer şekilde montajladım. Bu yönden dediğiniz doğru, kurguladığım bir film gibi oldu. Romanda anlattığım olaylardaki karakterlere, Yeşilçam oyuncularını dağıttığımda da sözünü ettiğimiz film ortaya çıktı... Sözünü ettiğiniz gerçek hikâyenin kahramanı, sanırım kitabı adadığınız Orhan Sunder... Evet, Orhan Sunder, Beykoz Kundura Fabrikası’nın 1950’lerde idari müdürü olarak görev yapmış aynı zamanda eşimin dedesi. Sözünü ettiğim hikâyeyi 2002’de anlattılar bana. Orhan Sunder, idari müdürken ve 50’lerdeki sıkıntılı yıllarda gerçekten tutkal yapımında pozitif filmler kullanılmış. Rahmetli Orhan Sunder, bu filmlerin bazılarını gerçekten eritip tutkal yapmadan önce fabrikaya getirttiği projeksiyon makinesi sayesinde işçilere izletmiş. Dahası Bataklı Damın Kızı Aysel, Vurun Kahpeye ve başka birkaç önemli filmi daha, Mimar Sinan Üniversitesi’ne teslim etmiş. Bildiğim kadarıyla tek kopyalar bunlar. Tabii kitapta anlattığım gibi Beykoz çayırında halka özel gösterimler olmamış. O da zaten kurmacanın güzelliği... Oyuncuları dahil etme fikri, sinema sevginizin bir yansıması mı, yoksa başka bir sebebi mi var? Bugüne kadar ne kadar iyi kitap okuduysam, ne kadar büyük ustadan etkilendiysem, iyi eserlerden ilham alıp onlardan beslendiysem en az onlar kadar, belki daha fazla sinemadan beslenmişimdir. İyi yönetmenler, iyi filmler, iyi aktörler beni besleyen önemli kaynaklar. Büyük bir tutku benim için sinema. Haliyle, bu beslenmenin bir getirisi belki de. Başka bir sebep arayacak olursak, şunu söylemeliyim: Aralarında şahsen tanıdığım insanlar oldu, Gürdal Tosun çocukluk arkadaşımdı. Bu biraz şundan kaynaklanıyor aslında: Çocukken izleyip unutamadığın bir film vardır ya da yıllar öncesinin bir filmini atlamışsındır ve çok sonra izlersin. Sende derin izler bırakır... Tüm bu izlerin bir yansımasıydı bu. Peki hangi ismi, hangi filmdeki rolüyle koydunuz kitaba? Aslında, kahramanları kimlerin canlandırdığını söyleyerek yeterince okurun hayal gücüne müdahale ediyorum ama yine de okur o oyuncuları hangi filmleriyle hatırlıyorsa veya seviyorsa onunla canlandırmalı. Ben, ‘Ah Güzel İstanbul'daki anlatıcı olarak kullanmıştım. Ama okuyanlar Ah Güzel İstanbul’daki Sadri Alışık’ı, kimisi Turist Ömer’i, Kimisi Ofsayt Osman’ı canlandırmış gözünün önünde alaycı, hüzünlü ama eğlenceli... Romandaki Hamlacı Ahmet, bilhassa Kuyu filmindeki Hayati Hamzaoğlu’na tam oturuyordu o yüzden onu canlandırdım gözümün önünde. Tabii Adile Naşit, Necdet Tosun, Hulusi Kentmen, Önder Somer, İhsan Yüce gibi oyuncular var ki hepimizin kafasında belli bir görüntüyle yer alır. Ben de bunun dışına çıkmadım. Ama bilhassa Nüvit Özdoğru açısından bu soruyu önemli buluyorum. Çünkü Nüvit Özdoğru’yu, Kanadalı yönetmen Lea Pool’un Anne Trister filmindeki Simon rolüyle kullandım. Film festivalinde izlemiştim ve o filmdeki rolüne hayran kalmıştım, romanı yazarken hep o haliyle vardı... Romanın bir diğer önemli kahramanı da aslında Beykoz. Siz de Beykozlusunuz, haliyle bir Beykozluluk dürtüsü var mıydı yazarken? Beykoz Kundura Fabrikası’nın içinde olduğu bir hikâye anlatacaksanız Beykoz’u da anlatmak zorundasınız. Bu, Beykozlu olmamdan daha güçlü bir dürtüydü. Bunu birkaç şekilde açıklamalıyım. Beykoz İstanbul’un taşrasıdır. Beykozlular İstanbullu demeden önce Beykozluyuz derler. Daha iç içedir hayatlar. Beykoz’un büyük çoğunluğu işçi ailelerinden oluşur. Ayakkabı fabrikası, Şişecam Fabrikası sadece birer fabrika değil birer şehir gibidir. Hastanesi, kreşi, okulu, mescidi vardır. İşçilerle yerli halk da hep iç içedir. Beykoz’da geçirdiğim çocukluğun da etkisiyle Beykozluluk damardan akıyor yani. O yüzden gerçekten Beykoz, romanda önemli bir kahraman. Bunun haricinde Salâh Birsel’e ödemem gereken bir borcum vardı. ‘Boğaziçi Şıngır Mıngır’ kitabını bana ‘bir milyon sevgi’ diye imzalayıp sonra “Bir gün Beykoz’u yazdığında bir milyon daha” demişti... |
|
|
||
'O Boşluk' okurun içinde de var. | Radikal gazetesi, 27 Ağustos 2012, Müge Akgün | |
Reklam ve edebiyat dünyasının farklı isimlerinden biri olan Doğan Yarıcı'nın 'O Boşluk' isimli romanı yaz başında YKY yayınlarından çıktı. Yarıcı ile bir yayınevi düzeltmeninin 365 gününü anlattığı romanını konuştuk. |
||
|
'O Boşluk’u yaz başında Sicilya yolculuğum sırasında okumaya başladım. Uçakta da Etna’nın tepesinde lavların arasındaki kahvede de elimde o vardı. ‘O Boşluk’ bu yılın severek, ne olacak diye merakla ve kimi cümlelerin altlarını çizerek okuduğum bir roman oldu. Eğer siz de benim gibi hep içinde bir boşluk hissedenlerdenseniz eminim hem söyleşiyi hem de ‘O Boşluk’u keyifle okuyacaksınız. O Boşluk’u severek okudum. Bir girdap gibi insanı etkisine alıyor. Ama aynı zamanda kapalı bir roman, kodları, şifreleri var sanki. Anlatmak ister misin 2001’in ilk gününde başlayan bu bir yıllık yolculuğu? 2001 yılının ilk günü başlayan romanın anlatıcısı kim? Roman kahramanı aslında bir yayınevinde düzeltmen. O düzeltmenin bireysel bakışıyla bunu yapmaya çalıştım. Bu adamın içinde müthiş bir boşluk var. Romanın senin kapalı diye adlandırdığın bölümleri de aslında şiir gibi algılanıyor. Bunu, okuyucuların “Bu boşluk aynı benim içimdeki boşluk” demelerinden anlıyorum. Evet, aslında hepimizin iç konuşmaları gibi bu kısa metinler... Evet, bu hal benim de hoşuma gitti. Kitaba başlayan bir süre sanki benim hayatımmış gibi okuyor ama sonra ortalara doğru durum değişiyor. Burada da roman karakteri en yakın dostunu kaybettiğinde artık yapabileceği tek şeyin kendi içinden çıkmak olduğunu düşünüyor ve bir ruhani yolculuğa çıkıyor, olmuyor fiziksel yolculuğa çıkıyor, Türkiye’yi dolaşıyor. En sonunda “Bir şey başka bir şeye dönüşüyorsa ben de başka bir şeye dönüşebilirim” diyor. Uçma tutkusu var ve sonunda da fiziksel ve ruhsal olarak başka bir şeye dönüşümünü tamamlıyor. Ama o boşluk bitiyor mu belli değil. O kaybedilen dost, kitabı ithaf ettiğin Mehmet Koyunoğlu değil mi? Gerçekle kurmacanın beni şaşkına çevirdiği, başıma gelen serüvenlerden biri. Bunun hikâyesi başka türlü aslında ama... Senin için zor olmazsa anlatabilir misin o hikâyeyi? 2001 yılının başında Mehmet’in sağlığında, daha önce birlikte gerçekleştirdiğimiz şiir kitabı projesini devam ettiririz diye düşünüyorduk. Şiir kitabında ben şiirlerimi bağımsız olarak yazmış, o da okuyunca ne hissettiyse onları çizmişti. Bu kez de yazdıklarımı okuduktan sonra resimleyecekti. Yurtdışında çok güzel bir ajanda bulmuştum her gün gördüklerimi ona yazmaya başladım. Haziran ayında günlüğüm birden kayboldu ve yine tam o günlerde Mehmet’in hastalığını öğrendik. Pankreas çabuk ilerliyor biliyorsun, onu kısa süre sonra kaybettik. Sonra o defter tekrar karşıma çıktı. Baktım, kaldırdım. Sonra yine bir başka ustam Hulki Aktunç kansere yakalandığında “Sen bir kitap yazıyordun ne oldu o” dedi. O da hem fikri hem de o güne dek yazdıklarımı çok sevmişti. Bir süre sonra Hulki Abi’yi de kaybettik. Üzerine Seyhan Özçelik’i çok değerli şair arkadaşımı da kaybedince kurgusunu değiştirerek bir dosta adanmışlığı kitabın merkezine alıp yürüdüm. ‘O Boşluk’ta ölüm düşüncesi önemli bir sorun ama aslında yapılan bir değerler sorgulanması da diyebiliriz değil mi? Çok doğru söylüyorsun. Kitabın siyasal ve toplumsal gönderileri daha fazla diyebilirim. Kürt sorunu, başörtüsü problemi, inançlar, insanların birbirini kendi düşünceleri doğrultusunda yargılaması gibi yaşadığımız dönemin erozyonunun gerçekten o dönem olduğunu sonradan algılayabiliyorum. Hulki Aktunç, “Bizim toplumda yatay ve dikey çelişkiler yaratılıyor” demişti. “Aslında türban da Kürt sorunu da yatay çelişkiler, esas olan sosyal haklar, eşitlik, işsizlik, çevre bilinci gibi dikey çelişkilerdir. Bunu neden ıskalıyoruz” derdi. Romanımda bunun da izleri var. Bundan sonra yazacakların da klasik roman formatından farklı mı olacak? Şimdi yeni bir roman üzerinde çalışıyorum, yeni bir yapı, kendi yapısını kuran bir roman. Arayışları olan, yenilikten korkmayan anlamlı yazın bana yakın geliyor, hem zahmet hem heyecan veriyor. Kitapta 1945-1985 yılları arasında 40 yıllık bir zaman dilimi içinde Anadolu’dan Trakya’ya farklı coğrafyalarda yetişmiş iki insanın İstanbul’da bir araya gelip bir aile kurması, o dönemde yaşanan siyasal, sosyal olaylar ve '85 yılında, 12 Eylül’ün hemen ertesinde ailenin parçalanması anlatılıyor. Bu arada ‘Kıyıda’ romanın, sanıyorum okunması gereken 150 Türk romanı listesinde yer alıyor, değil mi? Evet, sağ olsunlar, ne mutlu bana... Son bir soru daha, içindeki ‘O Boşluk’u doldurmak için ne yapmak isterdin? Notasız bir senfoni yazmak isterdim. Sesle ilgili takıntılarım var benim, sözcüklerle yazabileceğimi düşünüyorum. Tabii onun da bir yaşı var ve o yaşa kadar akıl sağlığımın yerinde olması lazım... Böyle bir soruya cevap vermek kolay değildir ama kimleri seversin romancı, edebiyatçı olarak? Yok, yaşasın yaşamasın benim ustam kabul ettiğim isimler var. En başta Hulki Aktunç, Bilge Karasu, Vusat O. Bener, Ferit Edgü, Yusuf Atılgan, Necati Tosuner, Leyla Erbil hayatımda çok fazla öneme sahip. Ama bir değişimden söz etmek durumundaysak çağdaşlarımızı da tanımak zorundayız. Ben kendimizi bunda kusurlu buluyorum. Murat Yalçın muhteşem bir yazar. Her yazdığını takip ederim, bana ilham verir. Ve Faruk Ulay, Farik DUman, Murat Uyurkulak bunlar benim has edebiyatçılarım. |
|
|
||
Açık Şehir programında İhsan Yılmaz ve Doğan Yarıcı söyleşisi. |
||
|
"Has edebiyat kabul görmüyor." Semih Gümüş: Kıyıda bir ilk roman. Ama Doğan Yarıcı bir "ilk roman" yazarı değil. İlk öykünüz 1986'da yayımlandı. On dokuz yaşında yayımlanmak genç yazarın önünü açtı mı? 1993 ve 1994'te art arda iki öykü kitabı: Evlâ ve Kemik. Doğan Yarıcı niçin öykülerini yayımlayarak başladı? O sırada şiir mi önde geliyordu, öykü mü? 1995'te yayımlanan şiir kitabınız Aşk ve Sair için Memet Fuat'ın övgü dolu sözleri var. Ama daha sonra üstünde pek durulmadı. Ödülün ve övgünün genç yazarın yolunu çizmesine katkısı var mı? Sizin dilinizi minimalist de saymıyorum. Yazınsal metinler için geçerli bir dil midir sizinki? Günümüz koşullarıyla ilişkisi var mı bu ilişkinin? Her zaman kısa, bazen kesik tümcelerle yazılmış öyküler yazdınız. Bu üslubun yaratıcısı nedir? Bu dilin okur üstünde yoğun bir etkisi olduğu kuşkusuz. Bu dil, aynı zamanda hız demektir. Öyleyse günümüzde geçerli bir edebiyat dilidir. Kişiler kadar nesneleri de anlatan bir diliniz var. Bunun aynı zamanda öykü ve romanlarınızın içeriğine ilişkin temel bir sorun olduğunu da söyleyebilir miyiz? Kıyıda, küçük hacimli öykü kitaplarından sonra uzun olmayan bir roman. Alusi korkular, karabasanlar içinde. Başına gelecekler de geliyor, daha geleceklerden başka. Nereden çıktı Alusi? Bu şehir insanı sonunda yok eden bir şehirse, edebiyat için de sonsuz olanaklar barındırır, diyebilir miyiz? Kıyıda'nın Alusi'sini şaşkına çeviren metropol sizi nasıl etkiliyor? Doruktaki yazarınız: bir tek ad verir misiniz? Kıyıda anlaşılması zor bir roman. İki kez okudum. Daha göremediklerim olduğunu düşünüyorum. Öykülerinizde olduğu gibi romanınızda da imgeli bir dilin okuru sürekli tetikte tutan yoğunluğu var. Bu dilin zamanla değişebileceğini düşünüyor musunuz? Sevdiğiniz yazarlar aynı zamanda öykü ve roman dilinizin belirlenmesinde de pay sahibi oldu mu? Kendi kuşağınızdan sevdiğiniz şair ve yazarlar? Aslında ne yazmak istiyorsunuz? Edebiyatın Doğan Yarıcı için anlamı nedir? Türkçe Aykırı Sözler Derleme Sözlüğü niçin internetin dışına çıkmadı? Kıyıda'nın Pembe Hanım'ının romanın sonunda sorduğu soru yanıtsız kalmasın: "Senin gidecek bir yerin var mı Doğan?" |
|
|
||
|
Bir kıyıya ait olmak... Öyküleri ve şiirleriyle tanınan Doğan Yarıcı, ilk romanı Kıyıda'da aidiyet, kimlik, öteki ve yuva sorununa odaklanıyor; arka plana yedirdiği olay örgüsünü 'şey'lerin dünyasından bakarak, etkileyici, özgün bir dille aktarıyor: Bütün geçmişi yakılan kara adamı Alusi'nin "kader"ine, "yuva"sına yürüyüşünü, kendine bir "kıyı" buluşunu ve hâlâ geçmişte yaşadığı için yeniliklere uyum sağlamakta güçlük çeken Pembe Hanım'la kesişen hayatını anlatıyor Kıyıda... S: Kıyıda, bir yere, bir kimliğe, bir yuvaya ait oluşun/olamayışın hikâyesi. Bütün bunların karşısında "ötekini", "öteki" yapan bakışın sorgulandığını görüyoruz. Romanın kahramanı Alusi'nin bir "kaçış ve arayış" hikâyesinin içinde gezindiğini söylemek mümkün... DY: Bilmeden, el yordamıyla yaşadığı ya da dayatılan bir hayatın kıyısında rastladığı, yine bilmeden, el yordamıyla ve hatta dayatılarak bulduğu/karşılaştığı bir arayış belki de. Rastlaşmasa herhangi bir şey yapacağı yok. S: Alusi'nin şehre gelişi/şehirde bulunuşuyla ilgili olarak, "Buraya istediği çin mi gelmişti, istedikleri için mi? (...) Orada hayat olmadığı için mi? Yanan evlere bakamadığı, dağa çıkamadığı, taraf olamadığı için! (...) Kimin tarafındaydı? Kendi ne yandaydı, hangi kıyıdaydı?" cümlesini okuyoruz romanın bir yerinde. Onun hikâyesi özelinde, arayışın ardından tesadüfen de olsa bir 'kıyı' bulmak/bir 'kıyı'da olmak, aynı zamanda bir 'taraf'ta karar kılmak, bir şeye 'taraf olmak' mıdır? Sonunda bir kıyıya ait olmak, bir 'taraf'a, dolayısıyla bir kimliğe, bir yere, bir yuvaya ait olmak mıdır? DY: Böyle olmuştur, böyle süregelmiştir, böyle olduğunu gördük hep. Alusi yaşadığı yere doğmuştu, bir tarafta karar kıldığının farkında bile olamadan yaşıyordu hayatını, sonrasında da öyle oldu, belki hâlâ aynı yaşıyor, roman bitti ayrıldık. Yaşadığın hayatın ayrımında olmak, buna göre kararlar almak çaba gerektirir. Kritik an içine doğduğun hayata ayma anıdır, herkes bu noktadan çeşitli nedenlerle geçer, önemli olan bunu değiştirmek için çalışıp çalışmamayı göze alabilmektir. Bu şehirde öyle bir noktada doğup büyüdüm ki ben, her iki yakadan da kendime/hayatıma bakabilmeyi, her iki yakada da yaşayabilmenin bedellerini, ortasında durmayı sağlayacak dip ve yüzey akıntılarını öğrendim. Öğrendikleriniz yetmiyor bu şehirde, ortada olmak için o akıntıları bilmeniz, o akıntılardan daha güçlü olduğunuz anlamına gelmiyor. Ortada olmak, "tarafsızlık" olarak algılanıyor çoğu zaman, bu nedenle çok eleştirilirsiniz. Tarafsızlık, hele bu günlerde lanetlenen bir kavram. Denizin kıyısı tek taraflıdır, "üzerinde yaşayıp çalışan biri olmadıkça". Kıyınızda oturmalısınız yaygın düşünceye göre. Oysa iki kıyılı olabilmeyi denemeniz mümkün. İstanbul'da başka neden yaşayayım ki? Kitabın birinci bölümü ortadan kesilerek şu cümleyle başlıyor ve bitiyor: "Yalnızca bu şehirde batıya baktığında doğuyu görebilirsin, doğuya baktığında batıyı." S: Aidiyet, kimlik, öteki olmak, taraf olmak gibi kavramlara eğilmenizin temel nedeni neydi? DY: Bu kavramlar sizin göç arzusuyla ya da gurbetçi duygusuyla yaşayıp yaşamadığınızı, bir yerde yaşayıp çalışırken emekliliğinizde bir başka yere yerleşip yerleşmeyeceğinizi, aracınızın arkasına "mekan 34, vatan 89" yazıp yazmayacağınızı belirleyebiliyor. Doğduğu evde yaşayıp ölenlerden misiniz; doğup büyüdüğü evi bilmeyen, hatırlamayanlardan mı? Gözünüzü açtığınızda gördüklerinize inanıp o mahalleden ibaret olanlardan mı? Ülkenizde taraf/taraftarlık her konuda fanatiklik noktasına geldiğinde ne yapanlardansınız? "Hepimiz Ermeniyiz" diyenlerden mi? Dediğinizde başbakanınız tarafından ayıplandığınızda ne yapanlardan? Aidiyet, kimlik, öteki olmak nüfus cüzdanlarımızda açıkça yazar. Peki bu ülkede bunlar bu kadar net mi sizce? Burada bu kadar keskin mi hayat? S: Romanın genelinde, bir yabancı/öteki olarak Alusi'nin algısına takılan, şehre dair pekçok sesi, görüntüyü ve o şehre ait insanlara dair bazı davranışları bize aktarıyorsunuz; şehrin konuştuğunu algılıyor Alusi: Zaman zaman çiçekler, ağaçlar bile dile geliyor örneğin. Böyle bir anlatımı tercih etmenizin nedeni nedir? DY: Yazmadan kurguladığım bir şeydi bu, nicedir uzun bir anlatıda denemek istediğim. Roman baştan sona yazar tarafından anlatılıyor. Böyle bir kipi tercih ederken bunu denemek riskli ve zordu fakat Alusi de öyle değil mi? Çiçeklerden, şehirden, eşyadan farklı değil. Konuya da anlatıma da iyi oturdu. Yaşadığı şehre yabancılaşmayan kaç İstanbullu kaldı? Aslında soruyu ters sormalıydım. S: Edebiyat dünyasında öykücü olarak tanınan bir yazarsınız; Kıyıda ilk romanınız. Kıyıda'yı kendi edebiyatınız özelinde nereye koyuyorsunuz? DY: Kıyıda hikâye gibi yazıldı. Hikâye kurallarıyla. Roman kalıplarını kalıplara sokanların kalıplarını zorlayarak. Başlamıyor ve bitmiyor Kıyıda. Başladığı yerde başlamış oluyor çoktan, kitap bitse de devam ediyor. Hikâye gibi yazıldı ama bir roman. Bir daha bulaşmak istemediğim bir tür deyip durdum on beş yılı bulan dur kalk dönemlerinde Kıyıda'yı yazarken. Biter bitmez de bunu bir daha yapacağımı anladım hemen. S: Bundan sonraki çalışmalarınızla ilgili olarak neler söyleyeceksiniz? Sırada yeni bir roman mı yoksa yeni bir öykü kitabı mı var? DY: Terk Edilmiş Sofralar adlı öykü kitabı bitirmemi bekliyor. Öncelik onda. Bİtip de çekmecede çile dolduran Gördüm adlı bir "günlük-deneme" kitabı daha var. Çok söylenmeme karşın sanırım roman yazmaya devam edeceğim. Çünkü bazı hikâyeleri ancak bu yolla aktarabiliyorsunuz. Biçim ve biçemiyle yeni bir roman var yazmak istediğim. Yıllarımı alabilir... Edindiğim edebiyat disiplininden dolayı roman yazmak için roman yazayım diyemiyorsunuz. Eksik olanı tamamlamaya, yeni olanı yapmaya çalışıyorsunuz roman geleneğinden beslenerek. Kıyıda romanında bunu denedim. Hem "niçin güzelim ben, çünkü ustam yıkadı beni" hem de "babamdan ileri". |
|
|
||
|
"Kritik an, içine doğduğun hayata ayma ânıdır." Öyküleri ve şiirleriyle tanınan Doğan Yarıcı, ilk romanı Kıyıda'da aidiyet, kimlik, öteki ve yuva sorununa odaklanıyor; arka plana yedirdiği olay örgüsünü 'şey'lerin dünyasından bakarak, etkileyici, özgün bir dille aktarıyor: Bütün geçmişi yakılan kara adamı Alusi'nin "kader"ine, "yuva"sına yürüyüşünü, kendine bir "kıyı" buluşunu ve hâlâ geçmişte yaşadığı için yeniliklere uyum sağlamakta güçlük çeken Pembe Hanım'la kesişen hayatını anlatıyor Kıyıda... S: Kıyıda, bir yere, bir kimliğe, bir yuvaya ait oluşun/olamayışın hikâyesi. Bütün bunların karşısında "ötekini", "öteki" yapan bakışın sorgulandığını görüyoruz. Romanın kahramanı Alusi'nin bir "kaçış ve arayış" hikâyesinin içinde gezindiğini söylemek mümkün... DY: Bilmeden, el yordamıyla yaşadığı ya da dayatılan bir hayatın kıyısında rastladığı, yine bilmeden, el yordamıyla ve hatta dayatılarak bulduğu/karşılaştığı bir arayış belki de. Rastlaşmasa herhangi bir şey yapacağı yok. S: Alusi'nin şehre gelişi/şehirde bulunuşuyla ilgili olarak, "Buraya istediği çin mi gelmişti, istedikleri için mi? (...) Orada hayat olmadığı için mi? Yanan evlere bakamadığı, dağa çıkamadığı, taraf olamadığı için! (...) Kimin tarafındaydı? Kendi ne yandaydı, hangi kıyıdaydı?" cümlesini okuyoruz romanın bir yerinde. Onun hikâyesi özelinde, arayışın ardından tesadüfen de olsa bir 'kıyı' bulmak/bir 'kıyı'da olmak, aynı zamanda bir 'taraf'ta karar kılmak, bir şeye 'taraf olmak' mıdır? Sonunda bir kıyıya ait olmak, bir 'taraf'a, dolayısıyla bir kimliğe, bir yere, bir yuvaya ait olmak mıdır? DY: Böyle olmuştur, böyle süregelmiştir, böyle olduğunu gördük hep. Alusi yaşadığı yere doğmuştu, bir tarafta karar kıldığının farkında bile olamadan yaşıyordu hayatını, sonrasında da öyle oldu, belki hâlâ aynı yaşıyor, roman bitti ayrıldık. Yaşadığın hayatın ayrımında olmak, buna göre kararlar almak çaba gerektirir. Kritik an içine doğduğun hayata ayma anıdır, herkes bu noktadan çeşitli nedenlerle geçer, önemli olan bunu değiştirmek için çalışıp çalışmamayı göze alabilmektir. Bu şehirde öyle bir noktada doğup büyüdüm ki ben, her iki yakadan da kendime/hayatıma bakabilmeyi, her iki yakada da yaşayabilmenin bedellerini, ortasında durmayı sağlayacak dip ve yüzey akıntılarını öğrendim. Öğrendikleriniz yetmiyor bu şehirde, ortada olmak için o akıntıları bilmeniz, o akıntılardan daha güçlü olduğunuz anlamına gelmiyor. Ortada olmak, "tarafsızlık" olarak algılanıyor çoğu zaman, bu nedenle çok eleştirilirsiniz. Tarafsızlık, hele bu günlerde lanetlenen bir kavram. Denizin kıyısı tek taraflıdır, "üzerinde yaşayıp çalışan biri olmadıkça". Kıyınızda oturmalısınız yaygın düşünceye göre. Oysa iki kıyılı olabilmeyi denemeniz mümkün. İstanbul'da başka neden yaşayayım ki? Kitabın birinci bölümü ortadan kesilerek şu cümleyle başlıyor ve bitiyor: "Yalnızca bu şehirde batıya baktığında doğuyu görebilirsin, doğuya baktığında batıyı." S: Aidiyet, kimlik, öteki olmak, taraf olmak gibi kavramlara eğilmenizin temel nedeni neydi? DY: Bu kavramlar sizin göç arzusuyla ya da gurbetçi duygusuyla yaşayıp yaşamadığınızı, bir yerde yaşayıp çalışırken emekliliğinizde bir başka yere yerleşip yerleşmeyeceğinizi, aracınızın arkasına "mekan 34, vatan 89" yazıp yazmayacağınızı belirleyebiliyor. Doğduğu evde yaşayıp ölenlerden misiniz; doğup büyüdüğü evi bilmeyen, hatırlamayanlardan mı? Gözünüzü açtığınızda gördüklerinize inanıp o mahalleden ibaret olanlardan mı? Ülkenizde taraf/taraftarlık her konuda fanatiklik noktasına geldiğinde ne yapanlardansınız? "Hepimiz Ermeniyiz" diyenlerden mi? Dediğinizde başbakanınız tarafından ayıplandığınızda ne yapanlardan? Aidiyet, kimlik, öteki olmak nüfus cüzdanlarımızda açıkça yazar. Peki bu ülkede bunlar bu kadar net mi sizce? Burada bu kadar keskin mi hayat? S: Romanın genelinde, bir yabancı/öteki olarak Alusi'nin algısına takılan, şehre dair pekçok sesi, görüntüyü ve o şehre ait insanlara dair bazı davranışları bize aktarıyorsunuz; şehrin konuştuğunu algılıyor Alusi: Zaman zaman çiçekler, ağaçlar bile dile geliyor örneğin. Böyle bir anlatımı tercih etmenizin nedeni nedir? DY: Yazmadan kurguladığım bir şeydi bu, nicedir uzun bir anlatıda denemek istediğim. Roman baştan sona yazar tarafından anlatılıyor. Böyle bir kipi tercih ederken bunu denemek riskli ve zordu fakat Alusi de öyle değil mi? Çiçeklerden, şehirden, eşyadan farklı değil. Konuya da anlatıma da iyi oturdu. Yaşadığı şehre yabancılaşmayan kaç İstanbullu kaldı? Aslında soruyu ters sormalıydım. S: Edebiyat dünyasında öykücü olarak tanınan bir yazarsınız; Kıyıda ilk romanınız. Kıyıda'yı kendi edebiyatınız özelinde nereye koyuyorsunuz? DY: Kıyıda hikâye gibi yazıldı. Hikâye kurallarıyla. Roman kalıplarını kalıplara sokanların kalıplarını zorlayarak. Başlamıyor ve bitmiyor Kıyıda. Başladığı yerde başlamış oluyor çoktan, kitap bitse de devam ediyor. Hikâye gibi yazıldı ama bir roman. Bir daha bulaşmak istemediğim bir tür deyip durdum on beş yılı bulan dur kalk dönemlerinde Kıyıda'yı yazarken. Biter bitmez de bunu bir daha yapacağımı anladım hemen. S: Bundan sonraki çalışmalarınızla ilgili olarak neler söyleyeceksiniz? Sırada yeni bir roman mı yoksa yeni bir öykü kitabı mı var? DY: Terk Edilmiş Sofralar adlı öykü kitabı bitirmemi bekliyor. Öncelik onda. Bİtip de çekmecede çile dolduran Gördüm adlı bir "günlük-deneme" kitabı daha var. Çok söylenmeme karşın sanırım roman yazmaya devam edeceğim. Çünkü bazı hikâyeleri ancak bu yolla aktarabiliyorsunuz. Biçim ve biçemiyle yeni bir roman var yazmak istediğim. Yıllarımı alabilir... Edindiğim edebiyat disiplininden dolayı roman yazmak için roman yazayım diyemiyorsunuz. Eksik olanı tamamlamaya, yeni olanı yapmaya çalışıyorsunuz roman geleneğinden beslenerek. Kıyıda romanında bunu denedim. Hem "niçin güzelim ben, çünkü ustam yıkadı beni" hem de "babamdan ileri". |
|
|
||
|
Ödül, bir saç okşamadır. İkinci kitabı Kemik'le Yaşar Nabi Nayır 1994 Hikâye Ödülü'nü alan Doğan Yarıcı, kısa hikâyenin genç kuşak içindeki önemli temsilcilerinden biri. İlk kitabı Evlâ ile dikkatleri çeken yazar, 1967 İstanbul doğumlu. Doğan Yarıcı ile öyküleri ve ödül üzerine konuştuk. İki kitabınız da kısa öykülerden oluşuyor. Kısa öyküye sizi çeken nedir? DY: Yazdıklarıma tanım olarak "kısa" değil de, "küçük hikâyeler" demek daha doğru olur sanırım. Çehov'un paketlediği, çağdaş Amerikan yazarlarının fiyonk yaptığı, dünya edebiyatına küçük bir armağan: Short story. Burada, kısalık ilk fakat tek şart değil, aldatıcıdır. Hikâyelerim düzyazılığını hiç inkâr etmiyor, buna karşın romandan çok şiire yakın bir yapıda, akışkan, yoğun, ve özenliler. Bir anlatış biçimi olarak çoğunlukla küçük hikâyeyi benimseyişim, kendiliğinden, hayatın ürkünçlüğünden belki de. Daha küçük yaşlarda, hayatın küçücük bir parçasına mikroskoptan baktığım andaki şaşkınlığımı hiç unutmuyorum. İlk kitabınızdan kısa bir süre sonra ikinci kitabınızla Yaşar Nabi Nayır Ödülü'nü kazandınız. Ödülü nasıl karşıladınız? DY: Genç yazarlar için ödülün itici bir güç olduğunu düşünüyorum. Buna gereksinim var. Bir ödülle inancı pekişmiş, okurla daha rahat buluşabilmiş pek çok yazar biliyoruz. Fakat ödül, hiçbir şekilde bir basamak ya da amaç değil, bir saç okşama. Gerisi, aşkın ve arzunun şiddetine kalmış. Yeni çalışmalarınız ne üzerine olacak? DY: Bitmiş, basıma hazırlanan bir şiir kitabım var; Aşk ve Sair. Kitabı gravür ustası Mehmet Koyunoğlu desenliyor. Bunun yanında birkaç zamandır keyifle, ilginç bir sözlük hazırlıyorum; eli kulağında. Esas olarak iki hikâye kitabı üzerinde çalışıyorum, bunlar birer kâbus. Hikâye lezzeti önemli, tadı bozacak baharatlardan da kaçınmalı. Bunu denemeliyim ve bu hesaplaşmayı yapmak zorundayım. Çünkü hikâyeciliğimize yeni kapılar gerek. Yoksa her evde hikâyesini güzelce anlatan biri mutlaka var; yazan değil, anlatan. |
|
|
|